1.
Ortaokul yıllarımda yaşamıştım ilkin sıra dayağını… Sınıfta biri hocadan izinsiz konuşmuştu, gürültü çıkarmak anlamında… Hoca da; “kim o?” demesine rağmen hiç kimse cevap vermemişti. Kimin ses çıkardığını elbette birileri biliyordu. Ses arkalardan gelmesine rağmen, ön sıralardakilerin de az çok bir tahmini vardı elbet. Velhâsıl kimse ne tahminlerini konuşturdu, ne de bilenler o arkadaşın adını verdi. Hoca da tuttu, siz misiniz o ağız-sızlık birliği yapanlar, diye başladı bizi sıra dayağından geçirmeye…
Bir kişi hariç herkes haksızlığa uğramıştı. Belki de sadece ben böyle düşünüyordum… Sınıf otuz kişiyse, % 97’sinin apaçık bir mağduriyeti söz konusuydu. Muhtemelen, ilerde yaşayacağımız olası mağduriyetlere bir hazırlıktı bu. Hazırlıklı olmanın nesi kötü olabilirdi ki! Kimsenin de bir şikâyeti olmadığına göre yöntem fena sayılmazdı.
Sonra bir benzerini askerde yaşayacaktık… Botunun çalındığını düşünen erin şikâyeti karşısında, koğuşun tamamının alçak sürünme temrinlerine maruz kalmasında olduğu gibi. Benzer örneklerin hiç de az olmadığını neden sonra anlayacakmışız oysa.
2.
Zihniyetin en somut, görünür olduğu yer olduğu için şehirden, şehrin tasarımından örmekler vermemiz yadırganmayacaktır. Kasisler mesela… Yaya bundan memnun. Sürücüler ise değil. Nedir kasislerin yapılış amacı, belli: Haddinden fazla hızlı giden araçları durdurmak veya yavaşlatmak… Oysa şehir içi hız sınırı da belli. Hızı aşanların alacağı ceza da belli olduğuna göre neden kasis? Tıpkı sınıfta gürültü yapan öğrenciyi bulamadığı için tüm sınıfı sıra dayağından geçiren öğretmen gibi şehir yönetiminin de bu yolu seçtiği ortada. Her 100 araçtan 5-10 tanesinin aşırı hız yapmasını nedense (?) cezalandıramayan yetke, acısını tüm araçların kasise takılmalarını doğru bir yol olarak görüyor. Belli ki, bu yöntem kabul de görüyor.
Sürücülerin % 5-10’unu cezalandıramayanlar, kendi sorumluluklarını, tüm sürücülerin normal hızını aşırı düşürerek veya bazılarının olduğu gibi fark etmeden kasise çarpmalarına neden olup, araçlarına zarar vererek milli servetin düşmesinde de bir beis görmüyorlar. Toplumsal tecrübe, KDV örneğinde -vergiyi son tüketiciye yansıtmakta- olduğu gibi, olası zararı yok etmek yerine son tüketiciye yansıtmakta buluyor çözümü.
3.
Suçluyu tedip etme/hizaya getirme noktasında suçlu dışındaki diğer herkesin de cezalandırılması gerektiğini kanıksayışımızın bir nedeni olmalı. Suçlunun birey değil, ilgili yerdeki veya aynı konumdaki herkesin (toplum/cemaat/mahalle) olması gerektiğini içselleştirmemizin derin kökleri olmalı… Örneğin, Osmanlı’da bazı vergilerin cemaatin veya mahallenin tamamına çıkartılıp, sonra kişilere pay edilmesinde olduğu gibi.
Bu bakımdan toptancı kültür, toplumun bazı kesimlerinde görülüp, bazılarında görülmüyor değil. Her kesiminde az çok var. Belki bazı kesimlerde bu daha fazla diyebiliriz.
4.
Suçluyu bulma zahmetine girmeden, bulma maliyetine katlanmadan suçu anonimleştirip faturayı kamuya yıkmanın rahatlatıcı bir tarafı olduğuna da şüphe yok. Dahası, böyle yaparak kendinizi savunabiliyorsunuz da: Ne yani, yayaların ezilmesine müsaade mi edelim?
Soruyu böyle sorduğunuzda, suçlu, sorumlu falan kayboluyor birden. Çözümün, daima toptancılıkta, daha doğrusu suçlu ile suçsuzu eşitleyen bir toptancılıkta bulunmasından anlıyorsunuz ki, bu tür meseleler bir zihniyet meselesi. Yani tek tuşla bulunmuyor çözümü. Çözüm için adalet önereni mi ararsınız, eğitime önem verilmesi gerektiğini söyleyeni mi dinlersiniz, yoksa tartışmaların sonlandırıcı o bilindik sözüne mi kulak verirsiniz: Bu millet adam olmaz, olmaaaz efendim olmaz!
5.
Bizi sağaltacak olan ne peki? Bunun cevabını tek tuşla vermemiz beklenmese de, el yordamıyla bir çözüm denemesinde bulunabiliriz. Benim çözüm önerim: Pazar. Her alanda pazarın sağlıklı kurulması halinde, fiyatların (iyi/doğru/güzel vs.) kendiliğinden dengeye geleceğini biliyoruz. O halde pazar nedir?
Pazar, herkesin kendisinden haberdar olabileceği şekilde şehrin ortasında (agora) kurulan, pazara getirilerek satışı mümkün olan şeylerin (sebze, meyve, küçük ev gereçleri, giysi vs.) haftanın belirli bir gününde alınıp satıldığı yer. Bu yönüyle pazarlar, dünyanın pek çok ülkesinde de görülüyor. Ülkemizde tarihi kökeni 500 yılı aşan Çarşamba Pazarı, bilinen en iyi örneği bunun. Buna dar anlamda pazar diyorum. Oysa benim kastım sadece bu değil. Bu pazardan yola çıkarak geniş anlamda bir pazar tanımını geliştiriyorum.
Geniş anlamda pazarın, düşündüğüm anlamda pek çok sorunun çözümü olacağını düşünüyorum. Bunun için çoğunu serbest piyasanın özelliklerinden devralacağım varsayımları, geniş anlamdaki pazar için öne sürmek istiyorum.
Buna göre; a) Şehrin nüfusuna (ölçek) göre her satıcının pazara satış için gelebileceği, b) Sınırsız sayıda tüketicinin (taleplinin) pazara gelebileceği, c) Her satıcının istediği fiyattan (rekabet) ürününü satabileceği ve d) Ürünler hakkında herkesin doğru bilgiye o anda ulaşabileceği gibi özellikler bunlar. Ancak son özelliği, ürünlerin homojen (aynı) olması ilkesi yerine, e) Şehir yönetiminin (Örneğin zabıta) yukarıda sayılan özellikleri koruması, güvenlik, şeffaflık, özgürlük ve adaleti anında sağlaması (öğretici ceza) gerektiği ilkesini ilave ediyorum.
Buna göre, yola kasis koymanın sürücülere çıkarttığı tamir masraflarına geniş anlamda pazarı uyguladığımızda karşılaşacağımız manzara şu olacaktır: Yolda kasis olmayacaktır. Herkes şehir içi için belirlenen hızda araçlarını kullanacak, kullanmayanlar ise o anda öğretici ceza (e) ile karşılaşacaktır. Nedir öğretici ceza? Aldığı ceza, harcama düzeyiyle orantılı olmak üzere, 5-10 yıllık harcama düzeyini ve itibarını sarsıcı bir ceza demektir.
Peki bu cezayı verecek zabıta veya ilgili şehir yöneticisinin, doğru cezayı vereceğini nasıl sağlayacağız? Onu da aynı yöntemle: Geniş anlamda Pazar. Bir defa zabıtanın, zabıta hakkını elde ettiği yol nedir? Zabıta olabilecek, zabıta olma özelliklerine sahip herkes pazara çıkabilmiş mi? Yani başvurusunu yapabilmiş mi, şehrin bunu teminat altına almış olması lazım. Zabıtada aranan özellikler doğru varsayılmış mı? Diyelim ki, bu sağlandı. Peki, onu zabıta olarak seçecekler, zabıtalık bilgisi ve tecrübesine sahip mi? Sahip değilse, seçimin de geçersiz olacağı muhakkaktır. Seçicilerin, zabıtalık şartlarını (bilgi ve tecrübe) taşıması yetmez elbette. Bilgi ve tecrübesini, zabıta tayininde kullanma yeteneğine sahip mi? Sahip olup olmadığı, daha önce seçtiği kişilerin hatasızlığı veya güvenilir kaynaklardan gelen geri bildirimlerle desteklenmesinden anlaşılmış olmalıdır vb. Dahası, zabıtaları seçecek yetkilileri seçenler, ne derece seçim sürecinden geçerek bu hakları elde etmişlerdir? Bütün bu süreçler, bir pazar havası içinde (a, b, c, d, e) mi geçmiştir, herkesin gözü önünde, hiçbir itirazla karşılaşmadan…
Bir an için, zabıtaları seçenlerin de pazarda, pazarda olması gereken şartların var olduğu bir ortamda seçildiğini varsayalım… Peki, zabıtaları seçenleri seçenler de bu şekilde mi seçilmiştir? Bu soru böyle uzatılabilir. Yöntem, daima geniş anlamda pazar olduktan sonra, ne yaya bundan zarar görecek, ne de sürücü. Pazar odur ki, sürücü ile yayayı karşı karşıya getirmeye! Pazar, yetkenin en doğru ve itirazsız şekilde işleyişidir. İtiraz veya rahatsızlık varsa, pazarın şartlarından birisi veya birkaçı işlemiyor, işletilemiyor demektir.
Peki pazar, her alanda mı iş görür, sorunları çözer? Yani, estetik alanında da mı böyledir? Buna da evet demek istiyorum. Çünkü orada da, satıcı veya üreticiler, söz sahibi otorite de aynı şekilde pazara çıkarak kabul görmüş bir geleneği temsil etmektedir. Pazar bahsinde geçen ‘herkes’ten kasıt ise üretici/arz edici olma yetkisini almış/onaylanmış/kabul görmüş kişiler veya kurumlardır. Tıpkı dar anlamda pazara mal çıkartan satıcının/pazarcının, ilgili odalardan o işi yapabileceğine dair bilgi ve tecrübesinin onaylanmasında olduğu gibi.
Sonsöz yerine
Sıra dayağına dönecek olursak… Pazarda nasıl çürük mal, şikâyetli mal satılamaz veya hasbelkader satıldığında da iade edilir ve tüketicinin zararı tazmin edilirse, bizleri/toplumu sıra dayağından geçiren hoca da, şikayet anında bundan ya vazgeçirilir veya o görevi yapmaktan men edilebilirdi. Belki buna bir iki sınıf maruz kalacak ama üçüncü bir sınıf bu işleme maruz kalmayacaktı.
Elbette sıra dayağı okullarda büyük ölçüde kalktı. Uzun vadede bu konuda yol alındı. Ama sorun aslında sıra dayağının kendisi değildi ki! Yukarıda da anlatıldığı gibi asıl suçluyu bulma zahmetine girmeden toplumu toptan sıradan geçirmekti. Bir yargıyı/töhmeti, benzeri tüm kesimlere yapıştırmak ve yaygınlaştırmak… Evet, sıra dayağı kalktı. Peki ama onun üzerine oturduğu ve onu besleyen toptancı zihniyet? Pazar görmeyen kararlar? Yolu bir türlü Bor’a, ve de Niğde’ye çıkmayanlar, çıkartılmayanlar ne yapsın?