Birkaç gündür hep seni düşünüyorum. Bunu sana hiç söylemedim ama babamın “cesaret ve korkusuzluk bakımından anneme benziyorsun,” sözleri beni içten içe hep gururlandırırdı.
Çocukken yılda bir Almanya’dan memlekete yaptığımız seyahatleri iple çekerdim. Kavuştuğumuzda beni “yavrumun yavrusu” diye sever, hep gözlerimden öperdin. Varlığımı kuşatan bir merhametin vardı. Bilge bir âleme açılan bir kapı gibiydi hâlin bunu sonra anlayacaktım…
Sabah daima şafakta uyanır, namazını kılar, ardından ahıra iner ineği sağar, sütün kaymağını tereyağ yapımı için ayırır, yoğurt ve peynir mayalamak için ayrı ayrı kaplara dökerdin. O peynirin tadını ben hiç bir yerde bulamadım . Ne de senin ellerinden yediğim muhlamayı. Şikâyet hâlini hiç görmedim. Oysa yara bere içindeydi her yanın. Sen bunu hiç bilmedin ama ben yalnızlığı en çok sana benzettim. Yüzünden eksilmeyen bir hüzün vardı. Senin canını yakan şeyin nedenini çok sonraları öğrenecektim. Kıtlık ve hastalığın yoğun olduğu bir zamanda biri beş diğeri altı yaşında bir gün arayla toprağa bıraktığın iki yavru….sonra hep aynı rüyayı gördün: Sırat köprüsünün başında duruyorsun, ilk adımını atmak üzeresin fakat korkuyorsun. Birdenbire iki genç delikanlı belirip sana ” Anne korkma, biz seni geçireceğiz,” diyorlar…
Ne çok şey öğrendim senden. Altı yaşlarında bir çocuktum. Elimden tuttun sonra patikadan çay tarlasına doğru yürümeye başladık. Ansızın kocaman, siyah bir yılan önümüzden geçti. Ürktüm, eteğine sarıldım. “Ha ondan mi korkuyorsun çonam?” dedin. ( çonam Lazca ışığım demektir) Evet der gibi başımı salladım. “İki ayak üstünde yürüyenden kork,” dedin.
Artık büyümüştüm ve yalnız seyahat ediyordum. Sana sürpriz yapıp geldim. Ne çok sevindin. Halamları ziyaret etmek üzere çıktık bir gün. Karadeniz’in o alabildiğine yeşil yamaçlarında yürümekten daha güzel bir şey yoktu. Yağmur yağıyordu inceden. Sırtında sepet, önüne kattığı üç küçük çocukla dağın dik yamacından çıkmak üzere olan genç bir kadına rastladık. Selam verdik. Lazca bir şeyler konuştunuz. Vedalaştık. Arkasından baktın uzun uzun. Gözlerin nemlendi. Bişeyler mırıldanmaya başladın. Kulak kabarttım. “Rabbişrahli sadri ve yessirli emri…” okuyup okuyup arkasından üflüyordun. Yolumuza devam ettik. “Tanıyor muydun?” diye sordum, “hayır kızım” dedin, “Dua, Allah’tan daima herkese rahmet dilemektir”…
Doğru ya duanın sınırı, kaidesi yoktur sadece içtenliği vardır. Dualı bir kadın olan sen bu halinle insan olmanın yüce anlamını taşıyordun.
Dış âlemi bilmezdin ama çok zengin bir iç âlemin vardı. Zaman zaman derin bir iç çeker ve ” Merhamet insanlardan elini ayağını çekti ” derdin.
Bilmediğin şey hakkında susmalı diyen o ünlü Alman düşünüründen önce senden öğrenmiştim bu sözü. Susmanın en şiddetli konuşma biçimi olduğunu da. Çünkü sen kırılınca, çocuk gibi birine küsünce hep sessizliğe bürünürdün. İnatçıydın. Tersin de bi’ o kadar amansızdı. Hiddetlenince de tıpkı Karadenizin kabarıp yükselen, taşlara çarpan sonra köpük köpük dağılan dalgalarına benziyordun.
Senin en sevdiğim yönün ise aşka olan hürmetindi.
“Aravani” belgeseli çekimi için gelmiştik köye. Sen, ben, Sadık ve kameraman evin önünde oturuyorduk. Kameramana bakıp “Evli misun?” diye sordun. “Hayır, Fadime nine değilim,” dedi. “Peki sevdali misun?” diye sordun bu sefer. “Hayır Fadime nine, sevdalı da değilim” yanıtını duyunca şaşkın şaşkın bakıp “Sevdasız insan mı olur?” dedin ya, işte onu hiç unutamadım.
“Ben aşksız insanlar görüyorum; huzur içinde uyuyorlar, gidiyorlar, gülüyorlar, vitrinlere bakıyorlar; hâlâ büyük büyük pazarlıklar peşindeler…” diyen merhum Fethi Gemuhluoğlu ile aynı sırrı söylüyordun.
Ahmed Yesevi’den günümüze gelen Anadolu Mayasıyla, aşkla harmanlanmış bir gönüldü seninkisi.
Bir saklı cevherdin sen, muazzam bir derya…Senin yanında zenginleşmişim ben farkında olmadan. Haklıydın-aşksız insan olunmuyor.
Yattığın yer incitmesin, mekânın cennet olsun babaannem.