Ayaklarımızın altı ne kadar kayganmış meğer. Herşey ne kadar sallantıdaymış… Oysa sıkı sıkı bastığımızı sanırdık yere. Ne kadar da emindik kendimizden.. Ne kadar da güvenliydi evimiz, yuvamız… Felaketler hep kilometrelerce uzakta olurdu, duyardık… Televizyonlarda acı dolu yüzleri izlerken daha sıkı sarılırdık sevdiklerimize. Allah yazdıysa bozsundu, uzak olsundu bizden. Bu kez uzak olmadı ve hiç beklemediğimiz anda yerle gök karıştı birbirine…Ölümün nefesini hissettik ensemizde, hani o hiç gelmeyeceğini sandığımız. O kadar ani idi ki bu karşılaşma, ne olduğunu anlamamıştı çoğumuz ve nasılda tek sığınağımızın ismini söylemiştik belki de ilk kez bu kadar yürekten.. Kudretin sahibi olduğu kadar merhametin ve acımanın da sahibi olduğunu bilerek.. Çoktandır unuttuğumuz aczimizi, nasıl da zavallı olduğumuzu hissettik, hayatımız, evimiz, ailemiz ve herşeyimizle birlikte hallaç pamuğu gibi atılırken.
Un ufak oldu herşey bir anda. ‘Can’ımız yandı hemde nasıl… Hiç bu kadar acıtmamıştı ölüm.. Öldük çığlık çığlığa… Hayır öldürüldük çoğumuz; diri diri toprağa gömüldük. Kıyamet miydi bu Yarabbi? Dünyanın sonu muydu?
Ne çok isyan etmiş, ne çok susturmuştuk vicdanımızın sesini… İnsanlığımızı ne kadar ucuza pazarlamış ve ne çok zulmetmiştik birbirimize, ne çok yaralamıştık kalplerimizi… Helali unuttuğumuzdan, ‘haksızlığa’ sustuğumuzdan mı oldu bütün bunlar? Yoksa biz mi davet ettik bu felaketi? Ne yapmıştık ya da ne yapmamıştık ki ayağımızın altındaki örtüyü çekip aldıverdi sahibi..
Topu topu 45 saniye… Toprak öfkeyle silkinip attı üzerine yığılan tonlarca ağırlıktaki kentleri köyleri. Sonrası… kelimelerle karşılığı bulunamayacak ve anlatılamayacak kadar korkunç bir kıyamet sahnesi. Duymak, hatırlamak ve kaleme almak istenmeyecek kadar acı, ürkütücü ve çaresizliği başköşeye oturtan bir manzara.. Yüreğini korkuya, hayatını ölüme teslim etmemek için çırpınmak moloz yığınları arasında… Ve yanında, yanıbaşındaki sevdiklerine eşine, çocuğuna, ana-babana şarkılar mırıldanarak, ağlamaklı, hayatla pazarlık yapmak; onları al ben kalayım.. O yaşamalı, bırak beni… Ve dışarda kendini kurtarabilenler tırnaklarıyla saldırıyorlar gömüldükleri yere… Bedenleri kurtulmuş ne önemi var, canları içerde yüzlerine son bir gülüş kondururken.
Ama çaresizlik büyük harflerle çöküyor enkazların üzerine. Beton yığınları daha da ağırlaşıyor. Işık yok, kazma kürek yok, makine yok, yardım eden yok…Ama tırnakları var… Umutları var, ‘kurtaracağım seni’, ‘dayan güzelim’ diye bağırırken süzülüp giden gözyaşlarıyla büyütülen sabır çiçekleri…
Karanlık gün ışıdığında da aynı karanlık… Göçüklere ışık sızmıyor. Nefesler sayılı… Anneler son ninnilerini söylüyor yavrularına, çocuklar annelerinin cansız bedenleriyle hayat buluyor. Şefkat yağıyor gökyüzünden, merhamet… ‘Allahım güç ver’ diye yakarıyor kavrulan yürekler, ‘ALLAHIM GÜÇ VER’.
Saatler geçtikçe koyulaşıyor karanlık, günler acıları katmerliyor. Ceset kokuları sarıyor şehirleri. Ajanslar ölü sayısı, yaralı sayısı veriyor resmi ağızdan. Oysa yıkık şehir boydan boya mezarlık.
Ve insanlar akıyor sel gibi yıkıntılar şehrine… Adı, sanı bilinmeyen insanlar, adını, sanını bilmedikleri insanları çekip alıyor ölümün soğuk kollarından… ‘İnsanlık’ımızı kuşanıyoruz yeniden. Acının, felaketin, ölümün hepimizi nasıl da aynı hizaya soktuğunu farkediyoruz. Herkes aynı dramın başkahramanı; 7 yaşındaki çocuk da 70 yaşındaki nine de… Bu kez başka yerlerde, başka insanlar seyrediyor sevdiklerine daha sıkı sarılarak bizim feryadımızı. Herkes duyuyor çığlıkları ama tek bir yere ulaşmıyor gittikçe kısılan sesler. Asıl yıkım da bundan sonra başlıyor… Kağıttan kuleler yıkılıyor bir bir. Evlatlar reddediyor artık babasını ve ellerini birbirlerine kenetleyip başkaldırıyorlar uzun süredir ilk kez babalarına. Ki, babalarının o bildikleri, güvendikleri, dayandıkları ve sığındıkları babaları olmadığı gerçeği tokat gibi çarpıyor yüzlerine. Kendine faydası olmayan babalarını ‘şimdilik’ kendi haline bırakıp, omuz veriyorlar birbirlerine, ilk kez yokoluyor suni ayrımlar… İlk kez ekmeğini bölüşüyor, elini uzatıyor ‘öteki’ne kendinden olmayana tahammül edemeyenler.
Ve şehirler yokoluyor… İnsanlar belleklerini kaybediyor evleriyle birlikte. Aileler siliniyor nüfus kayıtlarından; bir baba, bir anne ve iki çocuğu, dedesi, ninesi ve torunu… Nüfus kağıdı yok artık binlerce kişinin. Okul yıllığı, aile albümü, hatıra defteri, kütüphanesi, en sevdiği oyuncağı, en değerli kalemi yok onların… Kopkoyu bir karanlık şimdi onların geçmişi…
Hayatlarımız sallantıda artık. Şimdiye dek olduğu gibi…