Bademlik câmiinin karşısındaki iki katlı kâgir evde telaşlı bir hazırlık vardı. Marangozun elektrikli el hızarının gürültüsü, ezan sesiyle kesiliyor, bitince tekrar başlıyordu. Keserin büyük çivilerin başına taak taak inişi etrafta yankılanıyordu. İkindi namazından sonra imam ile müezzin inşaat mahalline geldi. Ustaya sahibini sordular. İçeride salonun köşesinde duvara monte edilen sabit raflara bakan adama yaklaşıp selam verdiler. Adam, çalışanlardan birkaç dakikalığına durmalarını rica etti. Sesler kesildi. Kenardaki taburelere oturdular, çaylar geldi.
İmam, “hayırlı olsun efendi” dedi, “galiba bir ticarethâne düşünüyorsunuz?”
“Evet” dedi adam.
“Allah bereketli kılsın, ne yapacaksınız?”
“Meyhane.”
Hocanın yüzü gerildi,
“meyhane mi?”
“Evet.”
“Bildiğimiz meyhane -nereden biliyorsa?- içkili filan…”
“Evet, kısmetse…”
“Tövbe estağfurullah” diye mırıldandı müezzin.
Adam müezzine baktı, sustu.
İmam, “efendi, karşısı câmi, burada hiç meyhane uygun olur mu?”
“Hocam siz merak etmeyin, burada öyle müzikti, gürültü patırtıydı olmayacak. Sizi, cemaati rahatsız edecek bir taşkınlığa izin verilmeyecek.”
“Yahu efendi meyhane açacak başka yer bulamadınız mı? Dünyada olmaz!”
“Bulamadık desem inanır mısınız? Çarşıda -İç Anadolu illerinin birinde bir beldeydi burası-bir yer vardı fakat kirası o kadar yüksek ki… Gücümüz yetmedi. Buranın kirası çok uygun.”
“Efendim olmaz. Caminin karşısında meyhane olmaz! Lütfen vazgeçin, yapmayın, günahtır.”
“Hocam içkinin günah olduğunu ben de biliyorum. Caminin karşısında pek uygun olmayacağını da biliyorum. Ama mecbur kaldık. Sizi temin ediyorum, kimseye rahatsızlık vermeyeceğiz. İnsanlar gelip yemeklerini yiyecek, dostlarını ağırlayacak, arada içki almak isteyenler yemeğin yanında içki de alacaklar…”
İçki kelimesini duyunca İmam efendinin yüzü tekrar buruştu, “efendi Allah için yapmayın, bu günaha girmeyin. İçkisiz yapıverin siz de. İnsanlar içmesin, temiz temiz yemeklerini yesinler, gitsinler…”
Adam, “nereye?” der gibi baktı, derin bir soluklandı, “hocam valla ne diyeceğimi bilemiyorum. Haklısınız ama benim de rızkım böyle çıkıyor. Yapacak bir şey yok. Allah affetsin.”
Hoca ısrarcıydı, “efendi asla olmaz, buna izin veremeyiz…”
“Hocam Belediye’den bütün ruhsatlarımız alındı, küçük bir tadilat yapıyoruz, birkaç gün sonra açacağız.”
Hoca kalktı, hışımla, “Allah bu günah yuvasını başınıza yıksın!” diye bağırarak çıktı.
Müezzin, “âmin” diyerek arkasından yürüdü.
Meyhaneci şaşkın bir halde kalakaldı, başını iki yana salladı, derin bir nefes aldı.
Bir hafta sonra, cumartesi akşamı meyhane açıldı. İlk gün masalar doluydu. Dışarıda balonlar, çiçekler, tebrik yazıları…
Her vakitten sonra, camiden çıkan imam ve müezzin meyhaneye bakarak ileniyordu.
Üçüncü haftasında bir Pazar öğlesi hava bozdu, fırtına çıktı, ortalık toz duman oldu, şimşekler çakmaya, yıldırımlar düşmeye başladı. Ahşap kaplamanın altından geçen kablo ısındı, yandı, meyhaneyi kısa sürede alevler sardı, çatısı çöktü…
Meyhaneci ikinci gün Savcılığa gitti. Dilekçeyi uzattı. Savcı okuyunca, adama baktı, “emin misin? İşleme koyalım mı?” diye sordu.
“Koyun efendim. Eminim. İnanıyorum.”
Savcılıktan imam ve müezzine ifade için çağrı geldi. Hemen gittiler.
Savcı, “adam, dükkânının sizin bedduanız üzerine yıkıldığını iddia ediyor, ne diyorsunuz?” diye sordu.
İmam, gülümseyerek, “efendim bu gerçekten saçma. Böyle bir iddiayı işleme koymanız da tuhaf. Hiç beddua yüzünden dükkân yanar mı, yıkılır mı?”
Savcı, müezzine döndü, “siz ne diyorsunuz?”
“Ben de hocam gibi düşünüyorum. Meseleyi bedduaya bağlamak, hakikaten saçma…”
Savcı, biraz şaşkın biraz öfkeli,
“yahu, adam meyhaneci, duanın bedduanın gücüne inanıyor; siz hocasınız inanmıyorsunuz? Asıl tuhaf olan bu değil mi?” diye çıkıştı.