Büyükler böyledir. Ne olduğunu anlamadan yoluna düşmüş görürsünüz kendinizi. Yollarına düşürürler. Yolda düşmemek, yoldan düşmemek için, yola düşmek gerekir. Bir düşünüz varsa yola düşersiniz. ‘Düş’ü olmayanın, düşecek bir yolu yoktur. Yol aşktır. Aşıklık, menzilde durup, adımlarına ‘gel gel’ çağrısında bulunmaktır. Aşık kişi gelendir hep. Gitmek gibi görünen de gelmekten kinayedir.
Onbeş gün öncesiydi. Hüseyin Pala aradı. Hüseyin Pala dediysem, yola yakışan bir dosttan bahsediyorum demektir; yani ‘yol’un yolcusundan. İki gün sonra Konya’ya kardeşini görmeye gideceğini söyledi arabasıyla. Aah dedim, ne güzel bir fırsat. Bel fıtığım nüksetmemiş olsaydı ben de gelirdim, Konevi’yi ziyaret için. Senede bir veya iki defa nükseden mezkur illetimin iki gün içinde beni terketmesi alışıldık bir şey değildi. Gelmeyegörsün, en az bir hafta misafirim olmadan hadi bana eyvallah demezdi çünkü. Oturduğum yerden doğrulmak ne mümkün, çoraplarımı giymek bile tam bir işkence. Aah dedim ah… Ama daha iki gün var, olur mu olur. Şifayı verecek olan Allah’tır. Bekleyelim dedim, bakalım ne kapılar açacak Rabbimiz.
Rabbim kapılarını açtı Sadreddin’in. Hadi gel dedi bana. Nasıl mı? Ertesi gün uyandığımda rahatsızlığımdan eser kalmamıştı. Rabbim dedim, hangi dert senin sevginden büyük olabilir ki, hangi engel sevdiklerinin ve sevdirdiklerinin hatırını kapatabilir ki. Döndüm Sadreddin’e: Pirim dedim, birkez daha anladım, Allah katındaki hatırınızın büyüklüğünü. Hani utanmasam, keramet hanenize yazacağım bunu.
Günlerden Cuma. Yoldayız. Hüseyin Pala, büyük dostum Ali (H. Pala’nın oğlu) ve ben. Ankara’yı çıktıktan bir müddet sonra Allah’ın tabiata giydirdiği gelinliği temaşa ediyoruz doyasıya. Vay be diyorum biz bir gelinlik giydirinceye kadar akla karayı seçerken, O şöyle bir nazar ediyor ve gelinliğini giymiş olarak uyanıyor tabiat.
Yolda bir şeyler daha oluyor. Neler oluyor. Söyleyemem. Ama zuhurata şahit olan Hüseyin Pala’ya dönerek: Pîr hazretlerinin kerametleri devam ediyor diyorum. Şaşırıyoruz birlikte. Hamdediyoruz. Mesajlar gelip gidiyor. Gelinliğin üstünde siyah bir şerit gibi duran yolda seyre devam ediyoruz. Hüseyin Pala da söylemez gördüklerini. Velhasıl gördüklerimiz, göremediklerimiz; duyduklarımız, duyamadıklarımız her ne varsa yolumuza düşen ve yoluna düştüklerimiz, her şey çok güzel görünüyor bize. Üstad diyorum H. Pala’ya, şu toprağın giydiği gelinliği kimin üstünde prova edebiliriz? Gülüyor. Anlamlı gülüyor her zamanki gibi. Ancak o demde neler olduğunu, neler olmadığını, zuhuratın bizi şaşırtan cilvelerinin cezbesiyle ayırt edebilecek durumda değiliz. Biz mi Konya’ya gidiyorduk, Konya mı bize gidiyordu, bilmiyorduk.
Zor da olsa Cuma namazını Konya ile vasıl eyledik. Konya… Sanki Selçuklu Horasanı’nın bir yerlerinde inşa edilmiş de, getirilip Anadolu bozkırının ortasına kondurulmuş bir şehir. İnsana düğmelerini ilikletiyor. Mübarek şehir… Sevgilim… Belhli Celaleddin sende Mevlana oldu; Malatyalı Sadreddin sende Konevî…
Atanur Pala’nın odasındayız. Atanur, H. Pala’nın kardeşi. Gönlünün parıltısı simasına vurmuş Atanur’un. Işıldıyor. Hemen kaynaşıveriyoruz. Az değil yirmibeş yıldır bu şehirde. Sadreddin gibi sarılıp, Celaleddin gibi tebessüm ediyor. Kalplerimizi telif edip bizi birbirimize kardeş kılan Allahım, Vedûd da sensin, Sübhan da.
Atanur’un ikramlarına mazhar olduktan sonra, izin isteyip Sadreddin Konevi’ye doğru yönleniyoruz H. Pala’yla. Tam ikindi ezanı okunurken Konevi camii’nin önüne park ediyoruz arabamızı.
Namaz sonrası Cami’nin bahçesindeki kabrine geçiyoruz Konevi’nin.
Mehabetiyle karşılıyor bizi. Diz çöktürüyor. Efendim diyorum, nedendir bu heybet. Ya bu celâl. Suçumu biliyorum efendim. Son ziyaretimin üstünden tam dört yıl geçti. Dört yıl önce yine iki kişiydik kabrinizin başında. Tabii ki biri bendim, ancak diğerimiz Hüseyin Pala değildi! Tebessümünüzü, size, bana ve muammaya dair inşirah kabul ediyorum efendim. Ne diyordu Endülüslü el-Mutemed:
“Dünyanın muammasını yeni anladık
Artık topraktan elbiseyle uslanacağız.”
Gecikmişliğimi bağışlayın Pîrim. Bir kararımız yok bizim. Böyle bendegânlarız biz. Hızımızın da önünde koşanlarız bazen. Bazen de gerisinde kalanlarız gölgesinin. Bir de bize ‘modern’ diyorlar efendim. Öyle durup bakıyorum böyle söylendiğinde. Anlayamıyorum. Üstüne üstlük modern zamanlar diyorlar, içinde bulunduğumuz zamana da. Modern zamanların içinde olunca ‘modern’ oluyoruz haliyle. Bütün bunlar dünyanın muammasına mı dahildir efendim. Çağın dilinden süzülen bu şehveti anlamayınca modernlikten atılır mıyım, bilmiyorum. Modern olursam dergahınızdan atılır mıyım, onu da bilmiyorum. Ben ne çok şey bilmiyorum efendim. Bilmediklerime ne çok şey borçluyum efendim. Bilseydim huzurunuzda olur muydum, emin değilim. Hadsizlik kabul etmezseniz Pîrim, idrak ettiğim zamandan iki şeyi çok net anladığımı söyleyebilirim: Birincisi, modern zamanların içinde ‘an’ ve ‘vakt’in olmadığını; ikincisi de her şeyimizin çok hızlı olmasından dolayı yürümeyi unuttuğumuzu. ‘An’ ve ‘vakt’ olmayınca fert de olamıyoruz Pîrim. Toplu intisap ya da toplu irtidat ediyoruz. Yoksa biz, uğultuya intisap edip, fertten irtidat mı ediyoruz efendim. Efendim, biz kendimizi ne zannediyoruz.
Eşiğinizdeyim Pîrim. Görüyorsunuz ya kafam çok karışık. Gönlümse yangın yeri. Cesedimi sürükledim huzurunuza. Müritliğimi getiremedim. Ben geldim o gelmedi. Arlandı, haya etti, hadi gidiyoruz deyince, hangi yüzle dedi. Ben zaten yüzümü götürmüyorum dedim. Yüzsüz gidiyorum. Yüzsüzlüğümü götürüyorum. Zaten gecikmişim. İşte dedi, gecikmişim dediğin için sen orda değilsin, o da burda değil. Kararın yok ki. Seni gidi modern insan seni. Zamandan anladığınız budur: Ya gecikmişlik ya da kendinizin önüne geçmişlik. ‘An’ olmayınca, ‘an’da karar kılmak olmayınca böyle oluyorsunuz. Siz var ya siz, Kâbe’ye gider, Beytullah’ın içine girer ve kıble neresidir diye aranır durursunuz.
Görüyorsunuz ya efendim, müritliğim bile mürşid-i kamil gibi duruyor benim yanımda. Bana olanlar olmuş. Peki ben ne olacağım Pîrim.
Kafamı çevirip bakıyorum. Hüseyin Pala divana durmuş. Büyük bir tazimle ellerini bağlamış ve Şeyh’in emirlerini bekliyor; kıpırtısız. Aah Sadreddin. Efendim benim. Şuraya, kıyıcığına ilişir, geceyi kafama yastık eder ve kalkmam bir daha. Vallahi kalkmam. Başıma demir çiviler batırsan da kalkmam. O şeker gibi dilinden gönlüme su serpecek bir katre düşmezse sadrıma, ne olurum ben. Nasıl giderim buradan. Huzurundan ayrılırsam, hangi cehennemin beklediği bir kütük olur da düşerim yollara. Yolundan düşürürsen beni, hangi yolun zebanileri arkadaşlık eder bana.
Dostum, izin isteyip ayrılalım diyorum H. Pala’ya.
Hayır ayrılmıyoruz, ayrılığımıza geliyoruz.
Akşam oluyor. Kadim aile dostlarım İbrahim ve Nermin Palaz’ın hanelerine misafir oluyorum. Ne güzel kardeşlerdir İbrahim ve Nermin çifti. Muhabbetleriyle beni yıkayıp arıtıyorlar. Yüzlerine baktığımda kalplerindeki cenneti gördüğüm kardeşlerim benim. Dualarımdan sizi hiçbir zaman eksik etmeyeceğim. Sizi ve muhabbetinizin meyvesi olan o iki nadide güzelliği: Berna ve Gül’ü.
Ertesi gün… Dönüyoruz. Nereden nereye, kimden kime dönüyoruz, bilmiyorum.
Büyük dostum Ali, o pâk gönlünle bilirsen sen bilirsin, nereden nereye, kimden kime döndüğümüzü. Esirgeme bizden, hadi söyle.