Melih Bayram Dede

DERGİBİ’NİN ÖYKÜSÜ

Ocak 1999’da yayınlanmaya başlanan Dergibi’nin öyküsünü kurucusu Melih Bayram Dede şöyle anlatıyor:

Takvimlerin 1998 yılı Aralık ayının son haftasını gösterdiği günlerde, internette bir edebiyat sitesi, benim tanımımla “Dergi gibi bir şey” çıkarmayı planlıyor ve bu “dergi gibi” şeye isim arıyordum. Bu konuyu, Mehmet Şeker’e açtığımda, şöyle dediğimi hatırlıyorum: “İnternette dergi gibi bir şey çıkarmayı düşünüyorum. Ama öncelikle bir isim bulmamız gerek!”.

Böyle bir girişten sonra Mehmet Şeker’den cevap geldi:

“Adı Dergibi olsun!”

Bu çok güzel bir isimdi. Hemen kabul ettim.

Şimdi zaman zaman düşündüğümde, “Dergibi” adının ne kadar isabetli bir karar olduğunu tekrar anlıyorum.

İşte Dergibi böyle doğdu. Türkiye internetinde ilklerden oluşu nedeniyle büyük ilgi gördü. Basında, özellikle de gazetelerin kültür sayfalarında haber oldu. Televizyonların internet programlarında yer verildi.

İlk etapta basılı dergilerde ürün yayınlayan dostlarımız, internette yayınlanan bir dergiye ürün vermekte çekingen davrandılar. İnternet onlara göre, yeni ve yabancıydı. Bir görüşe göre de, “suya yazılan yazı”dan farksızdı. Bu ve bunun gibi nedenlerden ötürü gereksiz de olsa, “İnternette edebiyat olur mu?” tartışmalarına şahit olduk. Zaman zaman bu tartışmalara Dergibi’den biz de katıldık.

Daha sonraları, internette edebiyata soğuk bakanların da, ürünlerini internette yayınlanan ve Dergibi’yi model alarak oluşturulan sitelerde yayınladıklarını gördük, mutlu olduk.

Aradan geçen yıllarda ise, büyük mesafe katedildi. Yeni edebiyat siteleri açıldı. Bunların kimi e-dergi, kimi ise edebiyat arşivi niteliğindeydi. Dergi formatında siteler kadar arşiv niteliğinde sitelere de ihtiyaç var kuşkusuz. Yine de biz şiir ve şair özgeçmişi arşivleyen sitelerden çok, yeni ürünler yayınlayan “dergi” formatında yayın yapan sitelerin sayısının artmasını tercih ediyoruz. Böylelikle, edebiyatta bir okul görevi gören basılı dergilerin misyonuna sahip sitelerin varolması sağlanabilir.

Ürün yayınlayan bir site olan Dergibi, yeni bir döneme girdi. Dergibi’nin bundan sonraki gelişimini/öyküsünü yaşayarak, birlikte göreceğiz.

EDİTÖRLER

Ali Ömer akbulut: aliomerak@gmail.com
Cahid Efgan Akgül: cahidefgan@gmail.com
Yunus Nadir Eraslan: yunusnadir@gmail.com

Bize Yazın

Çok Okunanlar

  • All Post
  • Adem Ağacı
  • Alıntı
  • Anlatı
  • Ara-lık
  • Beyaz haber
  • Buhara'dan Gelen Adam
  • Çay Molası
  • Çevgan
  • Çeviri şiir
  • Çocuk
  • Çöl Vaazları
  • Değini
  • Deneme
  • Dergi
  • Eleştiri
  • Gezi-Anı
  • Göz-lük
  • Günlük
  • Haber
  • Haiku
  • Hayatı Hakikiyye Sahneleri
  • Kitap
  • Kısa Kısa Söyleşi
  • Kusurlu Yazılar
  • Mavi Kalem
  • Mürekkep Lekesi
  • Öykü
  • Öykü Mahzeni
  • Röportaj
  • Şiir
  • Sinema
  • Söz Misali
  • Üryan Soruşturma
  • Üryan Söylenişler
  • Yazıyorum Öyleyse Varım
Edit Template

Sadık Yalsızuçanlar’ın Tekil Çığlık Öyküsü Üzerine Düşünsel Bir Deneme

Sadık Yalsızuçanlar, öyküleri/romanları/deneme ve araştırma yazıları ile edebiyatımızda özgün bir yeri olan yetenekli bir yazardır.

Yazarın eserlerinde mitoloji, felsefe ve masal üçlüsünün izlerini bulmanız olasıdır. Bu türden kitaplarında/yazılarında yer alan kıssadan hisselerde ahlak, fazilet, doğruluk, iyilik ve güzellik üzerine önemli değinmeleri vardır. Onun kişiliğini ve edebiyat anlayışını da yansıtan eserlerinde insanı merkeze alan, onun çevresini ahlaki ve felsefi değerlerle bir dantel gibi örmektedir. Okuru içine alan bu atmosferde bilgi paylaşımı kadar bazen sufilik bazen de güncel değinmeler ile kendine özgü bir yazım tekniği geliştirir.

Sadık Yalsızuçanlar’ın “İki Semazen Bir Palyaço” adlı kitabındaki dikkat çekici bir öyküyü irdeleyeceğiz.

“Tekil Çığlık” ismiyle okuduğumuz bu öyküde yazarın düşünsel derinliği kadar bazı psikolojik saptamaları da görüyoruz. İnsanın güncel yaşamında yaşadığı travmalar, dayanılmaz acılar, bunalımlar ve bunların kaynağı olarak kişisel açıdan tanık olduğu olayları sanki karşılaştırmalı bir ders kitabı gibi okuyoruz.

“Tekil Çığlık” öyküsünde çok katmanlı bir olay örgüsü vardır. Her bir katmanda önsel ve düşünsel ipuçları bulunur. Sözgelimi, bilinç ve bellek kayması, bilinç akışı, içsel sesler, monologlar, septik morbite semtonları, psikolojik ve psikiyatrik analizler, anne özlemi, rüyalar, düşler ve gerçekler, şizofren, değişken yüzler gibi daha birçok konu ve kavramları görüyoruz. Tüm bu saydıklarımız tıpkı bir gülün katmanları gibi iç içe ve bilinçli bir biçimde serpiştirilmiş. Öykünün bir görünen yüzü (zahiri) bir de görünmeyen (batini) yüzü vardır. Her ikisi de insanın hem dünyevi meseleler hem de maneviyat ağırlıklı yapısı üzerinde odaklanır. Sadık Yalsızuçanlar’ın olgunluk dönemini yansıtan bir öykü, “Tekil Çığlık.”

Öykünün henüz ilk tümcesi düşünsel derinliği konusunda okuru uyarır ve dikkatli bir okuma yapmasını sezdirir.

Düşümde ruhum çıkmaya çalışıyor, kıvranıyor, dönüyor, yayılıyor, akıyor; bedenimin kuytularında, damarlarında, yollarında, izbelerinde dolaşıyor.”

Bu ilk tümceden anlıyoruz ki metnin içinde düşler, sanrılar ve bazı mistik unsurlarla karşılaşacağız. Ayrıca öykünün başlangıç ve sonu birbiriyle bağlantıdır. Metin çizgisel değil döngüsel bir teknik içermektedir. Bunu ileride daha ayrıntılı irdeleyeceğiz.

Öyküyü uzun bir ağıt ya da gerçekle düşün iç içe geçtiği edebi bir metin olarak da kabul edebiliriz. İsmi ve yaşı belli olmayan genç erkek sanrılar içinde kıvranmaktadır. Yaşamın ona dayattığı ağır travmalar nedeniyle, hüzün ve acı dolu günler geçirmektedir. Erkek kahramanın psikolojik çöküntü yaşaması ve bunun tam olarak ayırdında olmaması öykünün girift bir konusudur.

Anne beni delirtecek misin? Oğlum sen zaten delisin.” Bu iki tümce öykünün teması üzeriden sürekli sezdiriliyor. Delilik ve bunalım tıpkı Albert Camus’un Yabancı adlı romanındaki Meursault’u anımsatıyor, bundan kahramanın kendine ve topluma olan yabancılaşmasını anlıyoruz. Kişinin kendine olan özgüven eksikliği, bellek ve bilinç dağınıklığı ile birleştiğinde sorgulama ve algılama yeteneğini kaybeder. Sözgelimi, bu da bize öyküdeki kesik kesik konuşmaları, tam anlatılamayan/anlaşılamayan anılar, erkeğin kendine olan güvensizliği ve ileriye dönük bir belirsizliği bunun göstergesidir.

Öyküde bir de kurban olayı var. Bilindiği gibi, kurban sözcüğü bizim dilimize Arapçada kullanılan k-r-b-kurb kökünden geldiği ama Arapçada “an” eki olmadığından bazı dilbilimciler bu sözcüğün Farsçadan tamamlanarak geçtiğini iddia eder. Her ne olursa olsun, kurban sözcüğü Tanrı’ya yakın olmak anlamındadır. Öyküde de bunun imleri vardır. Sözgelimi, bu konuyla ilgili şunları okuruz: “Kurban, yakın olan demektir, kurban yakınlık yeridir.”  Bu tümce her şeyi özetliyor zaten.

Sadık Yalsızuçanlar, birçok öyküsünde olduğu gibi burada da zor ve çetrefilli konulara girmeyi seviyor. Tekil Çığlık öyküsünde de teolojik ve felsefi konularla yakınlaşıyor. Tanrı’yı İbn Arabi felsefesinin ana teması olan Vahdet-i vücut teorisinden yola çıkarak bazı açılımlarda bulunuyor.

Tamam da Allah bize şah damarımızdan yakın ama  biz uzağız, yakın olmalıyız, bu yüzden nefsimizi kurban etmeliyiz.  … Her şey O’ndandır, O’nadır, O’nunladır. O kimdir anne? O, saf aşktır oğlum.

Bu sözler, İslam felsefesi kadar Yahudilik inancını da -Kabala hariç- kapsamaktadır. Her iki vahiy dininin de birbirlerine yakın olan konularından biri de tek bir Yaratıcı olmasıdır. Sadık Yalsızuçanlar, sadece bu konuyla varlık-yokluk, birlik-çokluk gibi konulara da öykünün akışını bozmadan değiniyor.

“…, bizim kitabımız, birlik dükkânıdır, biz çokluktayız ama biriz, tekil çoğul diye bir şey yok.”  

Bu sözlerde Tanrı-insan ilişkisi, yine İslam inancına göre her şeyin Tanrı’dan geldiği ve O’na geri döneceği konusunda teolojik ağırlıklı kısa bir değinme var. Böylelikle yaşamdaki her şeyin (insan, hayvan, doğa, olay, doğum, ölüm…) Tanrı ile doğrudan ilişkisini anlıyoruz. “Seni çook özlemişim anne. Sana ne zaman ihtiyaç duysam yoksun. Oğlum ben senin içindeyim. Hani bir zamanlar sen de benim içimdeydin. Biz iç içeyiz oğlum. Birlikteyiz, biriz. Hiç ayrılmadık, hiçbir şey ayrılmaz oğlum; bir şey, her şeyden asla ayrılamaz. Ayrılık denilen şey de o saf aşka dahildir. Onun içindedir. Her şey içinin içindedir.”

Şimdi bu metni yorumlayalım. Sadık Yalsızuçanlar burada yazdığı her sözcüğü/tümceyi okurun doğrudan anlaması için onu zorluyor. Belki de birçok okurun bu ağıt türünde yazılmış bir metni gözü yaşlı okuyacakken işin öteki tarafı daha önemli demeye getiriyor. Metnin edebi kısmı önde gibi görünse de, sonuçta felsefi ve teolojik gönderimlerin ağırlığı öykünün düşünsel düzeyini ve ağırlığını da yükseltiyor. Anne-oğul ikilemi, birlikteliği, karşılıklı bilinç akışı üzerinden yaşanan diyaloglar okuru ilk başta şaşırtabilir. Bu sözcükler öykünün içinde neden yazılmış diye düşünebilir. Ancak şu sözlere özellikle dikkat etmelidir.

“…Oğlum ben senin içindeyim. Hani bir zamanlar sen de benim içimdeydin. Biz iç içeyiz oğlum. Birlikteyiz, biriz. Hiç ayrılmadık, hiçbir şey ayrılmaz oğlum; bir şey, her şeyden asla ayrılamaz. Ayrılık denilen şey de o saf aşka dahildir. Onun içindedir. Her şey içinin içindedir.”

Görüldüğü gibi öyküye salt felsefe ve teoloji birikimini aktarmakla kalmıyor yazar, bunlarla birlikte öykünün akışı, dokusu, anlatımı ve iletisi de olmak üzere hepsi bir birlik halinde karşımıza geliyor. Bir’den her şey çıkar, görünürdeki ve bilinir olan her şey, Bir ile dolaylı ve dolaysız ilişki-iletişim halindedir. Bir’in tekliği, gücü, enerjisi, var oluşun etkisi sayesinde bu Bir diye söylendiğinde aklımıza hemen Tanrı kavramı gelmektedir. Sadık Yalsızuçanlar, Vahdet-i vücut felsefesini edebi bir dille yansıtıyor. Anne ve oğlunun soyut dünyadaki (aslında maneviyat) konuşmaları ile bunu bize gösteriyor. Her şeyin tek bir şey içinde olması, doğum olayı ile dünyevi ama işin bir de maneviyat yanının olduğunu imliyor. Böylelikle okuduğumuz öykü (Tekil Yalnızlık) sıradan edebi bir metin olmaktan çıkıp düşünsel derinliği olan başka bir boyuta evriliyor. Sadık Yalsızuçanlar, metnin bu anlamda içerik olarak dönüşmesine bazen katkı veriyor bazen de yapbozlarla anne-oğul ilişkisi üzerinden ağıtın devamını sağlıyor.

Öykünün tamamında ustalıkla yansıtılan bir bilinç akışı tekniği var. Bu teknik sayesinde kahramanın kendi kendine yaptığı konuşmalar dolaylı yoldan okurun gözünde canlandırılması için yazar tarafından ustalıkla yansıtılıyor. Metnin tamamında özellikle erkek karakterin konuşmaları daha önce de imlediğimiz gibi kesikli, bazen tutarsız bazen de görece mantıklı konuşmalardır. Yazar ise bu durumu kendi bakış açısından bilinç akışı tekniğine uyarlamanın doğru olduğunu düşünmüştür.

“Bilinç akışı; roman ve hikâye yazımında kahramanın zihninden geçenleri aralıksız olarak ve seri halde, belli bir sıraya koymadan olduğu gibi aktarmaya çalışan anlatım tekniğidir. Karakterin düşünme eylemini olduğu gibi gösteren bu teknik, kahramanın geçmişe, bugüne ait duygu, düşünce ve hatıralarını mantıksal düzen aramadan aktarır.”

“Karakterin ruh halini ve iç dünyasını okura sunan bu yöntemlerin başında iç monolog ve bilinç akışı teknikleri gelir. Bilinç akışı tekniği, yazarın kurgusal bir metinde anlatıcının ya da karakterin aklından geçenleri herhangi bir mantık ölçüsüne bağlı kalmadan, zihninde anlık yanıp sönen düşünceleri, sayıklama edasıyla kâğıda dökmesi olarak tanımlanır.” (Fikrimin İnce Gülü Romanında Bilinç Akışı Tekniği/Tülay Karatekin/Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı, Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı Doktora Öğrencisi/ Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi (ASEAD)/Cilt 6, Sayı 1 yıl 2019, s. 215-230)

Öyküde bir de bilinçaltı konusu vardır. Kahramanın (erkek) ayırdında olmaksızın kesikli konuşmalarının birçoğu zihinsel algılamadan uzaktadır ve tam olarak ne anlama geldiğini bilmemektedir. Bilinçaltı denildiği zaman aklımıza şöyle bir açılım gelir: İnsanın yaşamında karşılaştığı, tanık olduğu, duyduğu, gördüğü, bildiği, okuduğu, duygusal bağı ile birleştiği ya da ayrıldığı her şeyin bilinç dışında kalması demektir. Bu tür davranışlar ve bilgiler insanın belleğinde/zihninde depolanır. Bir travma ya da başka bir olayın tetiklemesi sonucunda ortaya çıkar. Ancak bu ortaya çıkış zihindeki gibi de olabilir ya da başka bir biçimde de olabilir. Bilinç kavramı ise insanın uyanık, kendisiyle ve toplumla olan ilişkisini yürütmesi anlamındadır. Yani kişinin çevresiyle ve kendisiyle olan farkındalığının ayırdında olmasıdır. Bilinçaltı ise bu duyarlılıktan görece olarak uzaktadır. Öyküde bunun bazı örneklerini görüyoruz. Kahramanın sorduğu soruların tutarsızlığı, düzeysizliği ve özellikle daldan dala atlaması bunun kanıtıdır.

Sadık Yalsızuçanlar, insanın bilinçaltı, bellek yitimi gibi önemli kavramları “dil” üzerinden yansıtıyor. Yazılı metnin çoğulcu anlamlar üretmesi, her bir okurun her bir anlamı değiştirmesi ya da algılaması, başka bir okurun aynı yorumları tekrar yorumlaması ve bu sonsuza kadar devam eder. Postmodern edebiyat kuramının en önemli özelliğidir: Yazılı metin her şeydir, her metin tek bir anlam üretir ama sonsuz yorumlar yaratır. Sadık Yalsızuçanlar da öyküdeki erkek kahramanın bilinç akışı tekniğinden yararlanarak onun bellek yitimi, bilinçaltı gizleri, bilişsel süreç ve maneviyatı üzerinden dilsel bir metin oluşturmuş. Metnin dilsel yapısı birçok açıdan algılanmakta çeşitli zorluklar içermektedir. Sözgelimi kendini arayışının sembolü olan kahramanın kesikli konuşmalarını akıl oyunlarıyla soru-yanıt dışına taşıyor yazar. Tümevarım için geometrik (Siponza’nın Etikası’nı anımsayalım) bir biçimsellik içinde var oluşla yok oluşun arasındaki maneviyatı sezdiren bir anlayış sezdiriyor. Öyküdeki küçük ipuçları tıpkı Kant’ın A priori kavramı gibidir. Kategorisel önselliğin açılımı okurun algılama becerisiyle ilgilidir artık. Okurun, elindeki metni sürekli başa dönerek, Lunaparktaki dönme dolaplara binen birinin yaşadığı dejavu’ya da benzeyen bir salınım içinde kalması olasıdır. Yazarın sezdirerek bir bulmaca gibi aralara serpiştirdiği akıl oyunları ile öykünün GO oyununu andıran bir teknik içerdiğini de söyleyebiliriz. Oyunda üstünlük kurabilmek için karşısındakinin tüm hareketlerini kısıtlayabilmek için hem kendinin hem de rakibinin bir sonraki hamlesini doğru hesaplamak zorundadır. Tekil Yalnızlık öyküsü de yazar-okur arasında bir kaçış-kovalamaca oyununa benziyor. Yazarın bir akıl oyunu yaratarak okuru dehlizlerde ve bazen karanlıkta bazen de aydınlıkta gezdirmesi bunu doğruluyor…

Öyküde geçmişte yaşanan acı bir olayı okuruz. Erkek kahramanın Gül ismindeki sevgilisi intihar etmiştir. Onun bu intiharı da kahramanımızın belleğinde ölümcül düzeyde boşluklar ve karanlıklar yaratmıştır.

“Anne hiç iyi değilim ben. Gül’den sonra hep kötü oldu. Oğlum Gül de ona gitti.  … Çakıldığı betona bakıyordum ama aklıma Gül gelmedi.”

Gül’ün kimliği, intihar gerekçesi pek belli değildir. Gül soyut bir kavram olarak öyküde yer alır. Burada önemli olan intihar, dram, bellek ve bilinç boşluğudur. Bir insanın tüm yaşamını alt üst eden bir olayın yankısıdır esas olan.

“Hani Gül’le ilk çıktığımız günlerdi, hatırlıyor musun, o zaman da çok bunalmıştım, biraz öncesinde, sen bana onu ezberletmiştin, günde yüzotuzüç kez söyle demiştin, aylarca yaptım onu.”

Yazar burada da okuru şaşırtmak (yanıltmak değil, asla…) amacıyla Gül üzerinden bellek ve bilinç oyunlarını ortaya koyuyor. Kahramanını bilinç akışı tekniğiyle konuşturmasına karşılık annesinin söylediği/verdiği ve sözler/yanıtlar ile yazarın hamleleri bir satranç masasındaki oyunları andırıyor. Metin akarken ansızın yumuşak bir biçimde durağanlaşıyor, konuşmaların içine ağıt ve hüzün karışıyor. Tam da okurun bunu anladım demesiyle birlikte olay ansızın psikolojik bir çöküntü ile karşısına bu kez farklı bir açıdan geliyor.

“Yapamıyorum anne. Kapısı penceresi olmayan, yüksek duvarla çevrili dar bir hücrede gibiyim. Yediğimden içtiğimden zevk alamıyorum. Yeni bir şey öğrenmek istemiyorum. Bedenim yük geliyor. Ellerim, ayaklarım, başım ağırlaşıyor. Yerçekimi o kadar artmış ki…”

Bu kısa metin öncekinin devamı gibi görülse de aslında hiç de öyle değil. Kahramanın tinselliği öylesine bir derin bunalım içindedir ki, çevresindeki olayları/konuşmaları/nesneleri algılaması olası değildir. Onun bütün dünyası metinde de söylediği gibi,  “Kapısı penceresi olmayan, yüksek duvarla çevrili dar bir hücrede gibiyim.” otistik ya da şizofren bir alan içindedir. Burada doğrusal ve anlamsal değerleri tanımlaması yerine düşselliğin ve mistisizm ağırlıklı bir içsellik görüyoruz. Kahraman kendini otistik bir yapıya dönüştürmüştür. Burada sadece kendi kendine gördüğünü sandığı düşler ve –aslında- kendisiyle yaptığı konuşmalarla ilgilenmektedir. Öte yandan, kendisi şizofren bir rahatsızlığı andıran bir tinsellik içindedir. Şizofren eski Yunancada bölünmek, ayrılmak ya da yarılmak anlamındadır. Şizofren olan bir kişi öncelikle dış dünyadan etkilenmektedir. Onun bu etkilenmesinin sonucunda yaşadığı, tanık olduğu her olay kendisini korkutur ve içine kapanmasına yol açar. Böyle bir kişi iki ya da daha fazla gerçekliğe inanmaya başlar. Normal düşünen, ruh sağlığı yerinden olan birinin anlamakta güçlük çektiği, kabul edemeyeceği şeyleri kendisi gerçekmiş gibi kabul etmesidir. Kahraman bu nedenle kendi yarattığı gerçekliğe inanmak istemektedir. Aslında o gerçeklik algısı zihinsel bir boşluğun alanıdır sadece.

Öyküde ayrıca şizofreni rahatsızlığını andıran bazı küçük ipuçları vardır. Kahraman bir yerde şunu söyler. “Konuşmak istemiyorum. Çok ağır geliyor. Sormak, cevap beklemek istemiyorum.” Görüldüğü gibi gerçekliğin doğru olarak algılanmasına karşı çıkıştır bu. Kendi yarattığı düşler dünyasında kalmanın daha güvenli olduğunu düşünmektedir. Bu durum hastanın (kahramanın) anne karnında kaldığı dönemdeki güveni anımsatmaktadır. Orada mutludur, rahattır, annesi onu korumaktadır ve beslemektedir. Ne diyordu annesi. “Aslında ben sen yokuz, sadece O var oğlum.” Dış dünyanın tehlikelerinden uzaktadır. Böyle bir dünyayı düşlemek için hastanın önceki sağlıklı durumunu bilmek gerekiyor. Yazar böyle bir ikilem içindeki kahramanını bir doktor-hasta ikilemine sokmuyor. Ona biraz dostça yardım ediyor. Annenin söylediği şudur: Görünen, duyulan, bilinen her şey Tanrı’ya aittir. Doğrudan biz ve her şey Tanrı’nın sayesinde var olduk. Bunu dinimizin gerçeğidir diye kabul ederiz.

Tüm canlılar doğar, yaşar ve ölür. Vahiy dinlerde böyledir. Bu üçlü bir yazgı gibi bizi kuşatmıştır. Ancak bazı durumlarda bu gerçek değişir. Sözgelimi, siyasi ve dinsel emeller için yaratılan savaşlar, bu uğurda kurulan (Engizisyon, şeriat, ideoloji…) mahkemeler, sonu cinayetle biten tartışmalar hariçtir. Bunlardan başka kişinin ağır bir hastalığa yakalanması da söz konusudur. Hastalık sözcüğünü biraz daha açalım. Sadece bedensel anlamda bir hastalıktan söz etmiyoruz. Kişinin tanık olduğu ya da çok sevdiği birinin ansızın ölmesi sonucunda akıl sağlığını kaybedebilir. Öyküde de bunu görüyoruz zaten.

Annenin söylediği bir söz vardır. “Sen onların dediklerine bakma oğlum. Etrafına değil içine bak, aradığını ancak böyle bulabilirsin. İçime bakamıyorum anne. … Ah benim çaresiz oğlum. Çaresizlerin çaresi ancak odur.”

Dış dünyanın kötüyü yansıttığı, doğru olanın ise insanın içinde yer aldığı mistik bir konuşmadır bu. Tanrı’ya ulaşabilmek, tekâmülü yaşayabilmek, kâmil İnsan sıfatına sahip olmanın tek yolu budur, der. İnsanın kendi içselliğinde bulacağı doğruluk ve iyilik hatta güzellikler kalıcıdır. Konumuz olmadığı için kısaca özetlemek gerekirse böyle bir anlayış bize şunları anımsatmaktadır. Bu konular, İbn Arabi, ezoterizm, varlık-yokluk felsefelerini de ilgilendirmektedir.

Sadık Yalsızuçanlar’ın birçok yazısında olduğu gibi, “Tekil Çığlık” öyküsünde de düşünsel derinlik vardır. Tekil sözcüğü ile çığlık sözcüklerini yan yana getirmiş, böylelikle ortaya edebi derinliği olduğu kadar felsefi derinliği de olan bir başlık (bu öyküye de yansımış) çıkmış. Tekil sözcüğü tekliği çağrıştırır. Ancak bir başka açılımı daha vardır. Tekil sözcüğü bireyselliği, var oluşun kişinin üzerindeki etkisi gibi. Çığlık sözcüğü ise isyanı, bağırtıyı, kurtulmayı, haklılığını kanıtlamak için yüksek sesle konuşmayı çağrıştırır. İsveçli ressam Edvard Munch’un ünlü tablosu “Çığlık” bunalıma giren bir insanın yaşadığı travmayı yansıtmaktadır. Resimdeki figür, grotesk görünümü, ellerinin başının iki yanında olması ve yüzündeki ifadesi ile tam anlamıyla bir şok içindedir. Burada ruhsal bir parçalanmışlık duygusu hâkimdir ve figürün bu çaresizliği dışavurumun en güzel örneklerinden biridir diyebiliriz. Köprü üzerindeki bu figür/adam ruhundaki fırtınayı dışa yansıtırken, aslında doğanın da ona eşlik ettiğini düşünebiliriz. Tıpkı Çığlık tablosunun bize yansıttıkları gibi, öyküdeki kahramanın da benzer bir dışavurum çığlığı vardır. Kendi sesini duyurabilmek, var olduğunu kanıtlayabilmek, dünyanın içinde kendini yeniden var edebilmek için güçlü bir çığlığa gereksinimi olduğunun kanıtıdır. Bunu yapmak istemesinin temel nedenleri arasında insanların ikiyüzlü oluşlarının onda uyandırdığı nefret ya da tiksinmedir. Belki de onda bir umutsuzluk yaratmaktadır. Öyküden bir alıntı daha yapalım.

“Ne yapacaksın oğlum tedbirli olmak lazım. Onu demiyorum, ikiyüzlü olmak diyorum. İki değil, yüzümüz çok bizim oğlu, herkese ayrı bir yüzle görünüyoruz.”

Burada okuduğumuz gibi kahramanımız kötülükten hem korkmakta hem de nefret etmektedir. Bu dünyadaki kötülükleri, yalanları, çirkinlikleri duymak ya da görmek istememektedir. Onun düşlerindeki dünyada tüm bunlar yoktur. Oraya belki de cennet diyebiliriz. Annesinin imaları da bunu doğrulamaktadır zaten. Toplumdaki birçok insan çeşitli nedenlerle yüzlerinde bir ya da birkaç maske takarak gezinmektedir. Aslında bir yerden sonra kendilerinin gerçek yüzlerinin ne olduğunu onlar bile bilemez… Yüze takılan bu suni maske ile karşımızdakini etkilemeyi hedefleriz. Aslında onu kandırmayı, baştan çıkarmayı, yanlış yöne sevk etmeyi, kendimizi başka türlü tanıtmayı da hedefleriz. Peki, bunu neden yaparız? Başlı başına sosyolojiyi ve psikolojiyi ilgilendiren derin bir konudur bu. Öyküyü temel alarak söylemek gerekirse, kişinin kendi psikolojik ezikliği, utangaçlığı, yetiştirilme anlayışı, yaşamdan beklediğini bulamaması ve bazı nedenlerle toplamda saygın bir yeri olmamasını sayabiliriz.

İkiyüzlü konusunu biraz daha yorumlayalım.

Tanrı’nın yüzü, biçimi, ismi, yeri, konumu, sesi olmadığı söylenir/kabul edilir. Vahiy dinlerinin kutsal kitapları düz bir okumayla Tanrı’yı insanbiçimci (antropomorfizm) olarak betimler. Özellikle İslam dininde Tanrı kavramı aşkınlığın, tüm bilinenlerin dışında imlenir.

“Oğlum o çaresizlerin tek sığınağıdır. Anne onu göremiyorum ki, nasıl sığınayım? Oğlum o her şeyde, her yerdedir, nereye dönsen yüzü oradadır. Anne onun yüzü var mı? Öyle bildiğin gibi bir yüz değil oğlum.   … Oğlum onun şekli yok, bütün şekiller onundur; sûreti yok. Bütün sûretler ondan. Ya Yüzü? Yüz kendisidir oğlum.”

Sadık Yalsızuçanlar, burada çoklu bir anlatım yaratıyor. Daha ilk tümcede Tanrı’nın çaresizler için tek sığınak olduğu belirtiliyor. Tanrı’ya sığınmak, O’ndan istemek, O’nun bereketiyle doymak ve mutlu olmak! Buraya kadar tamam. Sonraki bölümde ise Tanrı’nın görünmemesi, yüzünün olmaması, Tanrı’nın şekilsiz olması gibi İslam dininin de desteklediği kavramlar yansıtılıyor. Tanrı’yı nereye bakarsak görebileceğimiz kadar bize yakın olan bir kavram olarak tanıtılıyor. “Bununla beraber, doğu da Allah’ın, batı da Allah’ındır. Artık nereye dönerseniz dönün, orası Allah’a çıkar. Şüphe yok ki, Allah(ın rahmeti) geniştir, O, her şeyi bilendir.” (Bakara-115/ Elmalı Hamdi Tefsiri) Her şeyin O’ndan geldiği, sûretlerin ve yüzlerin O’nda can bulduğu ya da son bulduğu teolojik bir anlayıştır bu. Sadık Yalsızuçanlar bu konuda biraz iddialı gibi diyelim. Çok fazla keskin olmasa da Tanrı’nın böyle bir tanımlanması birçok felsefi ve teolojik açıdan tartışma konusudur… Yeniden öyküye dönelim.

Öyküde bir önemli konu da cennettir.

“Peki cennet? Cennet, insan olmak yavrum. Ben insan değil miyim? Tabii ki insansın. Ama içim cehennem gibi.”

Felsefi bir kavram olarak cennet üzerine yüzlerce yıldır sayısız kitap/makale yazılmıştır. Cennet konusuna girmeyeceğiz kuşkusuz. Ancak öykünün kahramanı açısından kısaca bakalım.

Annenin verdiği yanıt önemlidir. Cennet=İnsan denklemi birçok sorunu çözüyor aslında. Bu denklemin içinde çok sayıda kavram, sıfat ve başka denklemler de vardır. İnsanın içi kötülükle doluysa, cinayet işliyorsa, ahlaksızsa, hırsızsa, savaş çıkartıyorsa, yalan söylüyorsa ilahi kurtuluşa nasıl erişecektir ki? İslam dini böyle bir kötülüğü cennet için layık görmez. Bunun için bir yol arayışı önemlidir.

“Mürşit mi? Evet oğlum, senin elinden tutup yolunu bulmana yardım edecek kılavuz. Ne yolu anne? Oğlum herkesin menziline ulaşabilmesi için izlemesi gereken bir yol vardır. Menzil nedir anne? Menzil, senin ona gittiğin, onun sana geldiği yer, yarı yol karşılaması gibi.”

Anne ve oğlun konuşmalarını dolaylı bir yoldan tanımlamak gerekirse, ilahi yolu bulmaya çalışan bir mürit ile mürşidin konuşmalarını anımsatır. Usta-çırak ilişkisi gibi ona bu ilahi yolun güçlükleri, güzellikleri birer birer anlatılır. Sonunda, mürit de kendini geliştirir ve bir başkası için mürşit olarak görev yapar…

“Tekil Çığlık” öyküsü ilahi yolu arayan birinin düşleri ve monologları arasında gidip gelen bir süreci anlatıyor. Kahramanın bilinç akışı tekniğiyle zihninde oluşturduklarını edebi bir dille yansıtıyor. Söz konusu öykü üzerine çok daha derin kapsamlı araştırmalar yapılabilir. Deneyimli ve usta bir yazar olan Sadık Yalsızuçanlar’ın bu öyküsü sadece edebi bir tat almak için okunmamalıdır. Kuşkusuz edebi bir tat almakla birlikte, önemli olan metnin arka planına geçmektir. İşte orada sayfaların size bir ayna olduğunu fark edeceksiniz. Her bir sayfa sizin gerçek yüzünü bulamak için derin bir okuma bekliyor…

Yazımızı öykünün sonundaki şu sözlerle bitirelim.

“Anne elimi tutar mısın? Tabii ki oğlum. Beni kendine çeker misin? Elbette yavrum.”

İnsani bir arayışın felsefi ve edebi ağırlıklı bir öyküsüdür, “Tekil Çığlık”

İki Semazen Bir Palyaço
Sadık Yalsızuçanlar
Öykü
Profil Kitap
Kasım, 2022
174 sayfa

Yazıyı Paylaş:

Tufan Erbarıştıran

Yazar

Dergibi editörü.

İbrahim | 24 Güzel söz; kökü yerde, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzer.

Öykü Mahzeni

  • All Posts
  • Öykü Mahzeni
Boşluğa Karşı

5 Ekim 2023/

Felç olunca çekildiği Koşuyolu’ndaki evinde curcuna usulünde segâh şarkısını bestelerken Sadettin Kaynak, bir gece düşünde Karacaoğlan’ı gördü. “Üstad” dedi, ‘incecikten…

Üryan Söylenişler

  • All Posts
  • Üryan Söylenişler
İki. Ağyar Gider Yâr Kalır

3 Mayıs 2021/

“Aldı benüm gönlümi n’oldugum bilimezem Yavı kıldum ben beni isteyüp bulımazam” Yunus Emre Bahar yitikçiler çarşısıdır. Baharda öten her bülbül,…

Röportaj

  • All Posts
  • Röportaj

Kusurlu Yazılar

  • All Posts
  • Kusurlu Yazılar
Hasan Yılmaz

18 Ekim 2017/

Dün şair Hasan Yılmaz‘la beraberdim. Uzun süredir görüşme planları yapıyorduk ve bir türlü bir araya gelemiyorduk. En sonunda “artık emekli…

Edit Template