Bizim aşağı mahallenin haylazları toplanmışlar, meraktan fincan gibi olmuş gözleriyle birisini dinliyordu. Durdum seyrettim. Anlatan çocuk konuşmasını sürdürürken, hayalî birisiyle dövüşüyor; yumruklar atıyor, yana çekiliyor, olmayan bir silahla ateş ediyor “dışınn… dışınn…” diye sesler çıkarıyordu. Yanlarına yaklaştığımda kimse istifini bozmadı. Çocuğu dinlemeyi sürdürdüler. “Esas çocuk”, “kız” ve “kalleş adam ve adamları” vardı hikâyede. Ben de dinledim, hiç sesimi çıkarmadım. Çocuğun söyledikleri bitince konuşmaya başladılar. Film diye birşeyden, artistlerden ve sinemaya gitmekten bahsediliyordu. İşin doğrusu hiç birşey anlamıyordum. Birşey de sormadım. Film ve sinema hayalimde bir türlü karşılığını bulamıyordu.
Biliyorum bu sözler bugünkü nesil için şaşırtıcı. Çekildiğimi hatırladığım ilk fotoğraf 1965 yılına ait ve arkasında da bu tarih var. Annemin yazısı ile bir de “Arkadaşım Ülfet ile birinci sınıfta okuduğumuz yılların unutulmaz hatırası” gibilerinden birkaç söz. Yazının altında da ismimin harflerinden oluşan ilk acemi imzam.
İlkokul birinci sınıfta, kara tahta önünde arkadaşım Ülfet ile ayakta durup objektife bakmışız. Fotoğrafı çeken bir sıranın üzerinden çekmiş olsa gerek. Bağları olmayan botlarım ve rengini bile hatırlamadığım havı çıkmış eski püskü bir pantolon. Ona da pantolon demeye bin şahit ister ya!…
Bunları niye söylüyorum? Bu yukarıda anlattığım ve sinema, film, artist, esas çocuk, kız, kalleş adam ve adamları gibi ifadelerin geçtiği hadise, bu siyah beyaz fotoğrafın çekilmesine çok yakın bir tarih olsa gerek. Belki biraz önce belki de biraz daha sonraları.
Sinema ve filmin ne olduğunu ablama sorduğumda da doyurucu bir cevap alamamıştım. Zira ablam da sadece duyduklarını anlatıyordu. Anlattıkları da nazarî şeylerdi ve onları da tam anlatamıyordu. “Perdede film oynuyormuş işte!” gibi laflar ediyordu. Perde dediğinde ben evimizin pencerelerindeki perdeyle ilgi kuruyor ve orada oyanayan bir filmi bir türlü hayalimde canlandıramıyordum.
Mahallede sinemaya giden ve “gördükleri” filmi anlatan çocukları dinlemeye bayılıyordum. Bayılmasına bayılıyordum ama anlatılan şeylerin perde denilen o şey içinde olup bitmesine de bir türlü akıl sır erdiremiyordum. İçimde müthiş bir merak uyanıyor fakat aileme “Ben de sinemaya gideceğim.” diyemiyordum. Çünkü ailem sinemaya iyi gözle bakmıyordu.
Neden sonra bir gün sinemaya gitme fırsatı çıktı. Bütün mahalleye bir haber yayıldı; tâ Silahtarağa’da “Hac ve Kâbe” gösteriliyormuş. Bu haber evimizde bir sinema rüzgârı estirdi. Mukaddes beldeleri görmek lâzımdı. Doğrusu eğer gösterilen film “Hac ve Kâbe” olmasaydı sinemaya biraz zor giderdik. Sinemaya gitmek için akşam üzeri annem, Nazmiye teyze ve diğer komşu teyzelerle birlikte uzun bir yürüyüş yaptığımızı hatırlıyorum. Bu uzun yürüyüş bende ne hal bırakmıştı ne derman. Bu bulanık hatırada nedense babamı ve ablamı bir türlü bulamıyorum. Hatırladıklarım da zaten çok karışık; ışıkları yanmayan bir mekanda annem ve komşu teyzelerle birlikte güç belâ bir yer bulup oturuşumuz, annemin beni kucağına alışı, uyku akan gözlerimle karşıda siyah beyaz akan resimlere bakmaya çok çalıştığım halde bunu bir türlü beceremeyişim, bir an evvel eve gidip uyumak isteyişim. Sonra içim geçmiş. Eve nasıl döndüğümüzü hiç hatırlamıyorum. Ama daha sonra günlerce evde “Hac ve Kâbe” dedikodusu yapıldı. Annem konu komşuya mukaddes beldelerden, Safa ve Merve tepelerinden, Hâcerü’l Esved’den, Kâbe’den, hacılardan bahsedip bahsedip ağlıyordu. Bu benim ilk sinema tecrübemdi fakat ne yazık ki bunu iyi değerlendirememiştim. Yaşımın küçüklüğünden olsa gerek uzun bir yürüyüş sinemayı öğrenmemi engellemişti.
Yoksul mahallemizin çocukları daha sonraki günlerde de filmlerden, artistlerden bahsettikçe ben sadece dinliyordum, anlatacak neyim vardı ki.
Yıllar geçiyor ve benimle birlikte sinema merakım da büyüyordu. Çünkü bizim de sokağımızın başından film tanıtan arabalar geçiyor ve filmlerden, artistlerden, filmin konusundan bahsediyor, oynadığı sinema söyleniyordu. Bu film tanıtan arabalar belki inanmayacaksınız ama umumiyetle bir at arabası, nadiren de kamyonet olurdu. At arabasının ya da kamyonetin üstünde her iki taraftan bakan insanların rahatlıkla görebileceği tarzda birbirine çatılmış iki tahta levha üstünde büyük büyük afişler olurdu. At arabası ağır ağır giderken elinde megafon olan birisi de filmler hakkında bilgiler verirdi. “”Dikkat! Dikkat! Umutsuz bir aşka düşen fakir bir kızın hazin hikayesi.. İbretle seyredeceğiniz bir aile filmi. “Yalan Sevgi” filminde gözyaşlarınızı tutamayacaksınız. Belgin Doruk- Ayhan Işık sizin için oynadı. Filan sinemada filan gün başlıyor. Biletler şu kadar kuruş. Muhakkak görün!” gibi şeyler söylenirdi. At arabası ilerledikçe mahallede ne kadar çocuk varsa peşine takılır ve uzun süre arabayı takip ederdi. Eğer araba kamyonetse megafonlu adam şoförün yanına otururdu.
Aradan epey bir yıl geçti ve ilkokulu bitirinceye kadar sinemaya gitme imkanım olmadı. Ancak ortaokula başladığım yıl sinemaya gidebildim; o da okullar açıkken değil, yaz tatilinde. Okulumuzun yolu üzerinde bir tek sinema vardı, ismi de “Zevk” sinemasıydı. Zaman zaman kapısında ve iç bölmesindeki afişleri seyrettiğim bu sinemaya bir gün giriverdim. Hem de yanılmıyorsam 50 kuruşa. Çekine çekine gişeye gittim ve bir bilet istedim. Kapıya doğru yürürken bir adam gelip “Bilet!” dedi ve biletimi uzattım. Karanlık, rutubet ve küf kokusuna karışmış tütün ve idrar kokusunun burnumu sızlattığı bir salona girdim ve el feneriyle önümde yürüyen adamı takib ettim. Bir yer gösterdi oturdum. Büyülenmiş gibiydim. Neler oluyordu öyle? Nasıl böyle birden değişiyordu herşey? Perdede adamın biri mısır tarlası içinde oturmuş sigara içiyordu. “Gitsen gidilmez, kalsan kalınmaz.!” diye bir iç konuşması vardı fonda.
Bu Uğur Güçlü idi ve Fatma Karanfil’e fena halde aşıktı. Sami Tunç ise kötülükler peşindeydi. Uğur Güçlü’nün ağabeyi ise Cenk Er’di. Filmin bir yerinde Sami Tunç Fatma Karanfil’in ırzına tasallut ediyor ve Cenk Er kızı kurtarmaya geliyordu. Kızı kurtarmak için koşarken sinemada bir alkış koptu ve Sami Tunç’a vurmasıyla birlikte kesildi. Sami Tunç’la Cenk Er döğüştü ama Sami Tunç (kalleş adam) Cenk Er’i bayıltarak mı öldürerek mi ne bertaraf edip tekrar Fatma Karanfil’e saldırdı fakat bu sefer Uğur Güçlü koşmaya başladı ve elbette yine bir alkış tufanı koptu sonra gayet tabiî olarak Sami Tunç’un hakkından geldi. Fatma Karanfil ve Uğur Güçlü kavuşmuşlardı nihayet, perdede “Son” yazdı. Sonra ışıklar yandı. Ortalık soluk, kirli sarı pis bir ışığa boğuldu. Nuri Sesigüzel’in “Ağlayan gözlerim gülmüyor gayrı” plağı çalmaya başladı. O ağır rutubet ve küf kokusuna sigara kokusu karışıyor, adamın biri elindeki tablaya gazoz açacağı ile “gazoz, frigo” diyerek vuruyordu. Başka bir adamın tablasında da simit ve açmalar vardı ama bunların bayat olduğu hemen anlaşılıyordu.
Düzensiz bir sesle zil çaldı ve millet yine içeri doluştu. Ben hiç yerimden kalkmamıştım. Hülya Koçyiğit ve Kartal Tibet’in renkli bir filmiydi. Ama ben daha çok Uğur Güçlü ile Fatma Karanfil’in filmini beğenmiştim. Sinemadan çıktım. Uğur Güçlü ile Fatma Karanfil’in filmini tam seyredememiştim. Bu filmin tamamını daha sonraki günlerde ve üstelik defalarca seyredecektim. Filmin adı “İki Aşk Arasında”, Hülya ile Kartal’ın filminin ismi ise “Sonbahar Gülleri” olsa gerek. İnanıp inanmamayı paşa gönlünüz bilir ama ben tam bir hafta aynı sinemada bu iki filmi seyrettim durdum. Bazen aynı gün iki kere de seyrettiğim olurdu çünkü filmler devamlıydı. “Devamlı” demek, yarısında girdiğiniz bir filmi bir daha başlayınca yine seyredebilirsiniz demek. Çünkü gündüz 11.30’da başlayıp akşamüstü saat 6 veya 7 sularına kadar bu iki film birbirini takip ederek devamlı oynardı. Ben biraz da başka sinema bilmediğimden hep aynı şeyleri seyrettim. Zevk sinemasının arka tarafına kadar sıra sıra, 20-30 kadar tahta sandalye iğreti bir biçimde, tahtalarla birbirine tutturulmuştu. Sandalyelerin arkasında da iri iri rakamlar. Sadece arka tarafta iki sıra deri koltuklu bir bölüm vardı.
Sonraları tam bir sinema delisi olup çıkmıştım. Başka sinemalar da öğrenmiştim. Eyüp’te üç tane sinema vardı; Melek, Mete, Yeni Mete. Bunların aslında Beyoğlu civarındaki sinemaların isimlerini taşıdığını daha sonra öğrenecktim. Bir de yazlık “Halk Bahçesi” vardı ki; ondan ayrıca ve uzun uzun bahsetmek gerek.
Sinemalardaki filmler haftabaşı olan Pazartesi günü değişirdi. İlk matine daha ucuzdu, sonrakileri ise pahalı. Bir de sinemaların halk günü vardı. O gün biletler bütün matinelerde aynı ücrete tâbiydi. O gün, bütün bir mahallenin kadın kız milleti sinemalara doluşur, emzikli gelinlerden tutun da artık kamburu çıkmış ninelere varıncaya kadar bir sinema çılgınlığı yaşanır, seyredilen film bütün bir hafta konuşulurdu. Bazı sinemalar haftada iki kere film değiştirirdi. Bu da sinema tutkunu olanlar için bulunmaz bir ganimettir. İki defa film değiştirenler yanılmıyorsam buna Cumartesi günü başlar ve bu film Salı günü son kez gösterilirdi ama bu filmler umumiyetle vurdulu kırdılı macera filmleriydi.
Bu sinemaların önlerinde gündüz vakti bir yığın çocuk hiç eksik olmazdı. Ellerinde de Teksas Tommiks çizgi romanları. Bu kitaplar; satılarak sinemaya girmek için getirilmiştir. Eğer satılamadıysa kısa günün kârı kabilinden elindeki kitapları kendi gibi birini bulup okumadığı sayılarla değiştirirdi çocuklar. Bu çizgi roman tutkusu da bir bakıma film hastalığı gibi birşeydi.
Bu arada hemen hatırlatalım çizgi filmlerin adı da Karton film idi. Yeni Mete sinemasında oynayan Red Kit’in karton filmini hatırlıyorum. Şimdi bu “oynayan” kelimesi dikkatimi çektiği için söylüyorum; o dönemlerde de gösterime giren filmler için “oynamak” tabir edilirdi. Seyredilmiş bir film de “görülmüş” bir filmdi ve az önce sözünü ettiğim çizgi romanların okunduğunu belirtmek için de ne gariptir “bakmak” ifadesi kullanılırdı. “Ben o sayıya baktım” denirdi mesela. Daha bu gibi ne kadar değişik ifadeler vardı. Bunlardan birisi de “Gelecek Program”larda gösterilen fragman… Her ne hikmetse fragman, fıratman olarak telaffuz edilirdi.
Gelecek hafta iple çekilir ve film gösterime girdiği zaman ilk fırsatta hemen sinemanın yolu tutulurdu. Mahallemizin çocukları gördükleri vurdulu kırdılı filmleri oyun edinir, fakat kimse Erol Taş, Hayati Hamzaoğlu, Bilal İnci, Hüsayin Zan, Sami Tunç, Kâzım Kartal ve Altan Günbay olmak istemezdi.
Bu rutubetten ekşi ekşi kokan, tahta sandalyeli sinemaların içinde o zamanlar rahatça sigara içilir, çekirdek yenilir ve buna hiç kimse ses çıkarmazdı. Bazı sinemaların kaçak girilecek yerleri olurdu ama buradan girenler çoğu kere yakalanırdı. Hava yağrmurlu veya karlı olduğu zamanlar yerlere talaş döküldüğünden sinemanın o kesif kokularına bir de bu talaş kokusu eklenirdi. Arada bir bahşiş vermeyen veya vermek istemeyen seyirci ile yer göstericinin ağız dalaşı ya da sinemaya kaçak giren bir haylazın yer göstericiler tarafından kovalanması film seyredenleri kısa bir süre meşgul ederdi.
Film seyrederken elektrik kesildi mi garip bir uğultu yükselmeye başlar çeşit çeşit yorumlar yapılırdı. Birden yanan ışıklarla salonu alkış veya ıslık sesleri alırdı. ‘Makinist’in beyaz perde’ye yansıttığı ilk görüntülerle sesler kesilir tekrar filme dönülürdü. Bazen de elektrik kesintisi uzun sürer, sıkılanlar sinemadan çıkardı. Aslında alkış en çok Türk Bayrağı veya asker görüldüğü zaman kopardı. Tarihî filmlerde de aynı olurdu bu hep. Cengâverin en sıkışık anında Osmanlı ordusu göründü mü bir alkış tufanı kopardı.
Kötü adam yuhalanır ve ıslıklanırdı. Film oynarken bazen film kopardı, bazen durduk yerde ses kesilir ve konuşulan şeyler anlaşılmaz olurdu. O zaman da ıslıklar başlar, “makinist ses” diye bağırılır, eğer bu fayda vermezse, önce ayaklar yere vurulur, bu da kâr etmediyse bozuk paralarla sandalyelere vurularak gürültü çıkarılırdı. Zaman zaman ‘makinist’in bu hayıflanmalara karşı seyircilere sertçe çıkıştığı da vakidir. Bu elektrik kesintilerinde seyircilerin kaygısı makinistin filmi atlatmasıydı. ‘Atlatmak’ filmi erkenden bitirmek için bir kısmının gösterilmemesi demektir. Buna filmi kesmek de denilirdi.
Film başlamadan önce ve film aralarında o zamanın en meşhur şarkı, türkü ve arabesk parçaları çalınır hatta seyirci istediği bir şarkı veya türkü varsa hep bir ağızdan onu bağırır, çok geçmeden de o şarkı veya türkü duyulmaya başlar ve alkış alırdı.
Film levhaları sadece daha önce sözünü ettiğim gibi mahalle mahalle, sokak sokak gezen arabalarda değil, sokak ve cadde üzerlerinde de olurdu. Levhalar o zamanların ağaçtan elektrik direklerine raptedilmiş olur, üzerine o hafta oynayan filmlerin afişleri yapıştırılır, bu levhaların altında bir yerde de filmin oynadığı sinemanın adı olurdu. Bu afişler ne kadar albenili olurdu bir bilseniz. O afişleri ve yazıları yazanlar yaptıkları bu afişlerin bir yerine mutlaka imzalarını atarlardı. Şimdinin tekniğiyle çocuk oyuncağı sayılabilecek birtakım sinema hileleri bile afişlere yansır. İngiltere bilmem ne stüdyolarında yapılmıştır diye belirtilirdi. Bu tür hilelerden “Selahaddin-i Eyyubî” filminde bir cinin lâmbadan çıkış ve tekrar lâmbanın içine giriş sahnesini hiç unutmam. Selahaddin-i Eyyübî’nin Cüneyt Arkın olduğunu söylemeye gerek var mı?
Artık herhalde hiç bir örneği kalmayan bu küçük semt sinemalarının belki de en sevileni ‘yazlık’ sinemalardı ve hemen hemen her semtte bir tane olurdu. Eyüp’te “Halk Bahçesi” adıyla bilinen bir sinema vardı ki; ondan bahsetmenin vakti gelmiştir artık.
Bu sinema Eyüp‘ten İslâmbey cihetine giden yolun solunda, Yeni Mete sinemasına varmadan Eyüp Çocuk Esirgeme Kurumu’nun karşısına denk gelen sokak içindeydi ve çok geniş bir sinema bahçesiydi. Geniş ve iki kanatlı kapısının üstünde o hafta oynayan filmin afişleri, çepeçevre, bir yanıp bir sönen kırmızı, sarı, mavi ampullerle süslenirdi hep. Bu kırmızılı, sarılı, mavili ampuller perdenin etrafında da vardı ama dışarıdaki gibi bir yanıp bir sönmezdi. Gişelerin ve çerez satıcılarının yer aldığı giriş kısmı da içi gibi genişti. Bu büyük bahçe tahta ve birbirine raptedili sandalye sıraları ile alabildiğine doluydu. Öyle ki bu sandalyeler bölük bölük ayrılmış arada neredeyse bir yol genişliğinde geçişler bırakılmıştı. Bu sandalyelere oturanların sol tarafında tâ arkalara kadar sıra sıra tahta localar bulunurdu. Sağ tarafta ise bir duvar ve bu duvarın sadece bir yerinde küçük bir pencere bulunurdu. Bu sinemaya bitişik evin penceresinde filmin ilk gecesi mutlaka birileri olurdu ve biz bu eve sırf bu sinema sevdasından dolayı ne çok gıpta ederdik.
Halk Bahçesi özellikle aileler tarafından seyredilebilecek filmler getirir, açık saçık sahneler sahneler göstermezdi.
Yaz göründü mü bütün mahalle birbirine “Halk Bahçesi”nin açılıp açılmadığını sorar, açıldığı haberi alınınca neredeyse düğün bayram edilirdi. Hangi filmin oynadığı, biletlerin kaç para olduğu sorup soruşturulur ve hemen o hafta sinemaya gidecek konu komşu aranır, vakti gelince de hiç mübalağasız bütün bir mahalle sinemaya gitmek için yollara dökülürdü. Bazı ailelerin bütün fertleri süslenir, en yeni elbiselerini giyerdi. Muataassıp addedilen ailelerin sinemaya gitmek isteyen fertlerine – ki bu umumuyetle o ailenin yetişkin kızıdır- o aileye nazı geçen kişiler izin almaya çalışır çoğu kere de başarılı olamazdı. Eğer bu yolla izin verilmiyorsa çok geçmeden bir düğün icad edilir, güya düğüne gidiyormuş gibi sinemaya gidilirdi. İzin alınan kızcağız alı al moru mor, kalbi küt küt atarak hazırlanırdı. Bu arada diğer konu komşuya da “Sakın babasına söylemeyin!” diye sıkı sıkı tenbihler edilmiştir, küçük çocuklara da ağızlarından kaçırmasın diye ziyadesiyle rüşvet kokan “gazozlar, simitler” vaadedilmiştir. Mutaassıp ailelerin erkek çocukları için bu izin daha kolay çıkar. Komşu kadıncağız “Yanımızda bir erkek bulunsun ayol!” diye başlayan bir cümleyle babanın elini kolunu bağlar, “Rabbim nazardan saklasın aslan gibi delikanlı maşaallah!” diye devam ettiği konuşmasına ne yapar eder, erkek çocuk için babasını bir hayli iftihar ettirecek bir iki övgü sıkıştırır, kız çocuklarına bir türlü izin vermeyen aile reisinin gıkı çıkmadan bu izni koparırdı.
Sinemaya giden yolun her iki tarafında da bir sürü satıcı bulunurdu. Talaşlar içindeki büyük ve geniş buzlara sıra sıra yatırılmış gazoz şişeleri üzerinde gezinen gazoz açacağı durmadan küçük büyük herkesi tahrik eder, kuruyemişçi kavurduğu çekirdek ve lebleblerin kokusunu ziyadeleştirmek için tavalarında leblebi ve gündöndü çekirdeklerini yakardı. Mısır kazanlarının dumanı tüter ve “Sütlüüü!” diye uzun uzun bağıran mısır satıcısı millete mısır yetiştiremezdi. Bir de dondurmacılar vardı ki, bunlar asıl satışlarını sinema çıkışında yapacaklardır. Bu arada köfte ekmek satıcıları, limonatacılar, sandöviç satanlar da hiç eksik olmazdı fakat kapıya yaklaşmamak kaydıyla.
O geniş geçiş yerleri olan sinemaya taşınan mahallenin biletleri alınıp sinemaya geçildi mi film başlayana kadar ve hatta film başladıktan sonra bir başka şenlik başlardı. Kadınların kol çantaları birden açılır ve içinden hiç umulmadık derecede enva-ı çeşit şeyler çıkardı. Evde kavrulmuş ve sıcaklığı kaybolmasın diye naylonlara koyulmuş çekirdekleri avuç avuç bölüştürenler mi istersiniz, yalancı dolma dolu sahanları elden ele sıranın tâ başındaki komşusuna uzatanlar mı? Börekleri bölüp bölüp yanındaki yöresindeki tanıdıklarına verenler mi istersiniz, büyük büyük şişelerden plastik bardaklara şuruplar, limonatalar dökenler mi? Ağlayan çocuğunu bir türlü susturamayan gelinlere “Altını aç! Su ver! Emzir!” gibi tavsiye üstüne tavsiyelerde bulunulur, kadıncağız naçâr dışarıya çıkar, bebecik yatışınca tekrar içeriye girer, usulcacık yerine otururdu.
Erkek kısmı pek birşey yemez sadece sigara tüttürmeye bakardı. Zaten oturulurken de yanyana oturmaya dikkat edilir tabiî bir şekilde kadın kız kısmı ile aralarında haremlik selâmlık oluşturulurdu.
Film başlayınca ses soluk kesilir ve film izlenmeye başlanırdı ama bu hareketlilik tamamen sona ermezdi. Film devam ederken de börekler gönderilir, çekirdekler yenir, meyvalar soyulur ve dilimlenir, ağızlar durmadan işlerdi. Ama asıl macera kızlar tarafında yaşanıyordur. Çünkü o akşam sinemaya gelenler arasında özellikle görülmek istenen birileri de vardır muhakkak.
Çok nadiren de olsa bir kavga bir gürültü kopar, ya sarhoş birisi tartaklanarak sinema görevlileri tarafından derdest edilir ya da kavgaya tutuşanlar soluğu dışarıda alırdı.
Filmin acıklı sahnelerinde, kadınlar ve kızlarda önceleri yavaş yavaş iç çekmelerle başgösteren kederlenmeler, daha sonra ceplerden, çantalardan çıkan mendillerle bir gözyaşı seline bürünür, bu acıklı sahne uzadıkça hıçkırmalar, iç geçirmeler sürer giderdi… Hatta yanındakine sarılıp sarsıla sarsıla ağlayanlar bile olurdu. Eğer bu, filmin bitişine yakınsa çok geçmeden ışıklar yanacak ve o hain erkek milleti çaktırmadan birbirlerine bakarak kadın milletinin bu haline bakıp bıyık altından kıs kıs gülecektir.
Filmler seyredilmiş ve artık eve dönüş vakti gelmişse ağır ağır toparlanılırdı. Kadınlar özellikle kızlara mukayyet olmaya çalışır, arkada yürümeye çalışanlara çıkışarak onları mutlaka önlerine almaya bakarlardı. Bu arada “Dondurma!” diye tutturan küçükler paylanır, fakat yine de önünde öbek öbek insanların toplandığı dondurmacılardan külah külah dondurma alınmadan edilemezdi. Eğer dondurmacının çevresinde garip bir şekilde sinemadan beri sık sık görülen bir delikanlı topluluğu varsa, bu delikanlılar anneler tarafından hususiyetle göz hapsine alınır, kızlara her zamankinden daha fazla dikkat edilir, uygun bir fırsat bulunduğunda genç kızların kolları çimdiklenerek “Sana mı bakıyor şu serseri! Sakın yüz vereyim deme karışmam ha!” gibilerinden sıkıştırmalarla sorgu sual edilir, alınan cevaplarla yetinilmez ve “O zaman dikkatli ol!” gibi ikazlar yapılırdı. Kızlar beş on adım önde birbirlerine iyice sokulmuş bir vaziyette birşeyler fısıldaşarak kikirdeyip yürüyedursun arkadaki kadınlar, seyrettikleri filmi yeniden ele alırlar “Kimseye güven olmuyor kardeş!”, “Gördün değil mi nasıl da kıydılar tazeye!” gibi sözlerle evlerine kadar sürecek ağlamaklı bir konuşmaya başlamıştır. Bu konuşma aslında bu gecelik evde bitecektir belki ama, ertesi gün biraraya gelindiğinde kaldığı yerden başlayacaktır.
Bahçelerden taşan çiçek kokuları ve yıldızlı bir gök altında evlerine giden kızların hayalleri uçuşur, filmlerdeki gibi bir hayatın özlemini çekerlerdi. Aslında o genç kızların hepsi birer Türkan Şoray, birer Hülya Koçyiğit değil miydi? Delikanlı ve erkek çocuklarının birer Ayhan Işık, birer Cüneyt Arkın oldukları gibi.
Sahi biz erkek çocukları şu Cüneyt’te, Yılmaz Güney’de, Tugay Toksöz’de, Tamer Yiğit’te, İrfan Atasoy’da, Tanju Korel’de, Yılmaz Köksal’da ne bulurduk öyle. Filmlerde atılan o taklalardan, o olmadık yükseklikteki yerlere zıplamalardan nasıl da büyük bir haz alırdık Allahım! Bizde onları taklit eder, oyunlar kurardık. İşin tuhafı bazılarımız o atlamalara hiç inanmaz, Cüneyt’in ayakkabılarında göremediğimiz gizli yaylardan sözederdi. Bizler bu muhaliflere hiç itibar etmez “Horasan’ın Üç Atlısı” gibi filmlerde gördüğümüz sahnelere bayılırdık. O Malkoçoğulları, o Battal Gazi’ler daha sonra çıktı ve bizler onları da sevdik. Onlar bizim kahramanlarımızdı. Bu işe iyice sardırmış olanlar sırf onları görmek için Beyoğlu’na “Artistler Kahvesi”ne gider ama elleri boş dönerdi. Yıldızlardan çok figuranların uğradığı bu kahveyi görmek çocuklar arasında yine de epey bir şeydi. Gidenler herşeye rağmen “Süheyl Eğriboz’un canlısını gördüm ha!” diye gururlanırlardı. Yıllar sonra Cüneyt Arkın’la hiç umulmadık bir yerde Halkalı tren istaysonunda film çekerken karşılaştık; yine formundaydı ve yine birtakım kötü adamları dövüyordu.
Eyüp semtinin sinemayla ilgisi sadece sinemalardan ibaret değildi elbette. Çünkü semte ismini veren büyük sahabelerden Ebâ Eyyub el- Ensarî (r.a) Hazretleri’nin merkad-i şerîflerinin bulunduğu Eyüp Camiî zaman zaman film çekimlerine sahne olurdu. Sadece o kadar mı? Hayır! Zira Eyüp semtinin muhtelif mıntıkaları sinemacılar için bulunmaz mekanlardır.
Duygusal filmlerin vazgeçilmez mekanlarından birisi hiç şüphesiz Piyer Loti’nin artık kahve haline gelmiş evinin bulunduğu tepedir. Piyer Loti tepesi kimleri ağırlamamıştır ki. Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın, Fatma Girik gibi dört büyüklerden tutun da Ediz Hun, Murat Soydan, Emel Sayın, Engin Çağlar’a varıncaya kadar.
Bir yaz günü “Film vaaar!” diye avaz avaz bağıran bir çocuğun peşine takılıp Piyer Loti’ye kadar koşuşturmuştuk. Engin Çağlar’ı, Esen Püsküllü’yü ve Necdet Yakın’ı hatırlıyorum. Esen Püsküllü kahvenin üst bahçesinde oldukça havalı bir şekilde oturuyordu. Ama bizi günlerce meşgul edecek asıl film “Utanç” isimli filmdi. Kadir İnanır ve Filiz Akın’ın oynadığı bu film Altın Koza veya Altın Portakal ödülü de almıştı galiba. O dönemlerde Eyüp Sosyal Sigortalar Hastahanesi’ni biraz geçince Çeltik diye bilinen bir durak vardı ve bu Çeltik ismini de kullanılmayan içi boş bir fabrikadan alıyordu herhalde. Bu Çeltik durağının olduğu bölgeye gelmeden Kelebek Kontraplak Fabrikası bulunuyordu ve Utanç filmi işte bu fabrikada çekiliyordu. Film çekimi devam ettiği sürece bu fabrikanın karşısı ana baba gününe dönmüş, kadını- kızı, ihtiyarı- genci, delikanlısı – çocuğu o zamanlar gecekonduların ve boş arazilerin süslediği tepecikte bu çekimi ve “artistleri” seyredip durmuştu. Bu film çekimlerinde nedense Hamit Has’ı da hatırlıyorum. O komik çehresiyle Kelebek Kontraplak Fabrikası’nın giriş kapısındaki hali hep gözlerimin önünde.
Zaman zaman insanlar Eyüb’te Çocuk Esirgeme Kurumu’nun avlusunda – hani şu Halk Bahçesi’nin bulunduğu sokağın tam karşısındaki meşhur Çocuk Esirgeme Kurumu- yine film çekildiğini, Türkan Şoray’ı, Suzan Avcı’yı, Muzaffer Tema’yı, Ekrem Bora’yı gördüklerini anlatır dururdu.
Bütün o eski semt sinemaları tıpkı beyaz perdedeki hayaller gibi birgün hayatımızdan çıkıp gitti. Ne o sinemalar ne o filmleri seyredip ağlayan insanlar var artık. Entellektüel kibirlerinden kaskatı kesilmişlerin kendi eksikliklerinden dolayı anlayamayacağı o insanlar filmlerde kendi mahallelerine benzeyen fakir mahallelerde yetişen genç kızların, genç delikanlıların aşklarını, hayat acılarını seyreder, tıpkı masallardaki gibi “olmaz”ın olur olmasını isterlerdi. Çünkü Allah’ın herşeye kadir olacağına büyük bir imanları vardı. O yüzden kanser olan bir genç kızın sıhhate kavuşması için dua eder, kör olan kız veya delikanlının gözleri açılsın diye olmadık fedakârlıklara katlanan insanların haline ağlardı bu insanlar ve en az filmlerdeki kadar fedakâr ve temiz yürekliydiler. Anlatılan onların hikâyesiydi. O hikâyeler ve o hikâyelerin kahramanları yok artık; yani film BİTTİ.