Evlerin tefrişinde bir önceki kuşağın lüksü sayılan konsolların saltanatı “büfe” tarafından yıkıldığı zamanlar… Camekânlı bölümüne limonata ve çay takımıyla birlikte fincanlar ve bütün marifeti o camekânlı bölümde arz-ı endam etmekten ibaret olan pasta takımlarının konulduğu birkaç bölümlü garip bir nesneydi bu büfeler. Bütün o camekânlı bölümler dantelâlar ve oyalarla bir güzel süslenirdi. Üzerlerine ise altlarında ve üstlerinde aynı dantelalardan birer tane bulunan gösterişli sürahi ve bardaklar, şekerlik ve kolonya şişeleri koyulurdu. Diğer bölümleri de annelerimizin uygun gördüğü eşyalar tarafından istilâ edilirdi büfelerin. Önceleri akümülatörlü sonraları transistörlü bir radyo bu büfelerin en hatırı sayılır eşyasıydı. Annelerimiz ya da ablalarımız ne yapar ne eder onların da üzerine bir dentelâ uydururdu.
Dalga uzunluğuna göre istasyonlarından Attila İlhan’ın tabiriyle “böcek çıtırtıları, uzak gezegenlerden sinyaller” yayılır, radyonun yayın yapmadığı zamanlarda duyulan “ton” sesi kulakları rahatsız ederdi. Kısa dalga yayın yapan istasyonların zaman zaman alçalan zaman zaman yükselen sesi arasına yabancı bir istasyonun cızırtılı, çatırtılı yayını karışır, aynı anda birçok müzik, birçok spiker sesi duyulur, insanın keyfini kaçırırdı.
Çocuk muhayyilemiz radyoyu bir türlü kavrayamazdı. Bir kutunun içinden insan sesinin duyulması ne kadar büyülü bir şeydi Allahım! Haydi siz de itiraf edin! Siz de, beraber ve solo türküler programı olsun, arkası yarınlar veya okul radyosu olsun, bütün bu programları dinlerken seslerini duyduğunuz insanların nasıl olup da o radyonun içine sığdığına akıl-sır erdiremezdiniz değil mi? Koca koca adamların ve kadınların küçülüp de o dinlediğimiz radyonun içine girdiğine ve oradan konuştuklarına inandık bir süre. Radyonun içinde bizimkine benzeyen ayrı ve küçükcük bir dünya vardı. Onu öylece kabul ederdik. Seslerini duyuduğumuza göre anlaşılmaz bir şekilde o radyonun içinde olduklarını kabul ederdik.
Pilleri değiştirilmek üzere veya bozulduğu için kutusunun açıldığı vakit, radyonun içindeki o küçük adamları ve kadınları göreceğimizi ümid edip, büyük bir merakla kutunun içine bakmadığınızı söylemeyin inanamam. Hem de bir kere değil, birkaç kere böyle bir şeyi ümid etmişsinizdir. Ve her seferinde de müthiş bir hayal kırıklığı yaşamışsınızdır. O küçük aklımızla şu an hatırlayamadığımız daha kimbilir neler düşünmüşüzdür bu küçük dünya hakkında.
Radyo tamir dükkanlarının önünde dikilip belki bir süre “Acaba radyonun neresinde bu insanlar?” diye kurmuş da olabilirsiniz benim gibi. Neden sonra artık bunun böyle olmadığına kanaat getirmişsinizdir, içinizden birşeyler eksilerek. Birileri çıkıp size bunun böyle olamayacağını anlatması da işin tuzu biberi olmuştur. Aklınız artık birşeylere ermeye başladığı zamanlarda bunu hatırlayıp nasıl da gülmüşsünüzdür, kimbilir.
Belki Eflatun Cem Güney’in hazırladığı masalların, ah ne yazık ismini hatırlayamadığım, bir kadın spiker tarafından sunulduğu ve her akşam saat 8’e 5 kala başlayan Uyku Saati programını da özlemişsinizdir.
O masal dünyasını da…
Evet! Çocuklar masallara inanır, yani olmazlara… O olmazlara inanmaktır ki, radyonun içinde tıpkı bizimki gibi küçük bir dünya olduğunu hemen kabul ettiriverir. Eğer yoksa arabaların kornaları, kuşun ötüşü, kapıların çıkardığı gıcırtılar nasıl duyulur? Belki bu muhayyiledir ki, radyonun ihtişamlı saltanatına son vermiş ve o hayalimizdeki küçük insanları şaşılası bir şekilde, birgün, bir kutu içindeki cam tüple karşımıza getirmiştir. Kimbilir…
Bu yazı 13.6.1998 tarihli Yeni Şafak’ta yayınlanmıştır.