Her gün saat dokuzda gelir.
Koltuğunun altında iki gazete, masaya oturur. Etrafa dikkat etmez, eder de etmez gibi görünür. Gazetelerini okur. İlk sayfadan son sayfaya atlamadan okur. Bulmacalarını da çözer. Hesabı masaya bırakır. Ne eksik ne fazla, dört çay parası, saat başı açık çay içer, çayları şekersizdir.
Kışın içeride dip masada oturur.
Yazın bahçenin dip masasında.
Her gün taşlıdır.
Adını kahveci de bilmez.
Müdavimler, önceden müdavim olanlar bir aşinalıkla, gazete okuyan traşlı ve asık suratlı adam olarak bilirler onu.
21 yıl sekiz ay hep aynı ritüel, sadece değişen saçlarının biraz daha ağarması, giysilerinin, o temiz, ütülü, değişmeyen giysilerinin biraz daha solgunlaşmasıdır.
Her gün geldi mi?
Geldi.
Hiç hasta olmadı mı bu adam?
Hastayken de geldi.
Hiç şehir dışına çıkmadı mı 21 yıl sekiz ay.
Çıkmamış demek ki.
Hep aynı saatte mi?
Hep aynı saatte, babamın dediğine göre iki ya da üç sefer beş on dakika gecikmiş.
Konuştuğu hiç kimse yok muydu?
Yoktu. Münasebetsiz yahut meraklı birkaç kişi yarenlik etmek istedi. Buz gibi yüzle ve delici bakışlarla karşılaşınca bir daha teşebbüs etmediler.
Sonra.
Gelmez oldu.
Gittiği bir yer, gören eden yok mu?
Soracak kimse yok. Kaldığı otel yıkıldı.
Ha, aynı gazeteleri alıyormuş.
Geçen büfeci söyledi.
Kentte o zaman hâlâ.
Bir görsem, kusurumuz varsa bağışlayın Efendim, bekleriz diyeceğim de, göremedim de bir yerde.
Bağışlar mı?
Bağışlar.
