Aykut Ertuğrul ‘Makul Saatler’[1]
(Öyküsünün Metaforik İnceleme Denemesi)
Öykü boşanmış ( ya da karısı terk etmiş) oğluyla, 15 yıl önce kocası ölen dul bir kadını anlatır. Günleri “tam onbeş yıldır kar yağmur fırtına dinlemeden her havada balkona kurduğu iskemlesi’nde geçen felçli kadının iç dünyasına yoğunlaşır öykü. Kocasını mı Mehdiyi mi, yoksa kendisini alıp götürecek ölümü mü bekler açık değil, belki hepsi. Münasip bulduğu Şeyma ile evlenmeyen oğlundan (Anne sözü dinlemediği için adı Şaban olsa gerek) başka dert edecek bir yakını kalmamış yaşlı bir kadın. Günleri artık balkonda geçen kadının, tek yoldaşı üzerinde gezinen sinektir.
Niye Makul Saatler? Düşünebildiği, zihninde dönüp duranların gün yüzüne çıktığı vakit olduğu için mi? Öyküden açıklıkla anlayamıyoruz bunu. Öyküye göre hiç de makul değil, saatler? Feraye Hanım’ın saatleri. Vakti.
O halde Derrida’ya kulak veririz: “Her metnin arkasında bir yapının bulunduğunu iddia ederek okuyucunun önemini hiçe sayan yapısalcı görüşün aksine postyapısalcı görüş, okuyucuyu merkeze alır. Metnin anlamını yazar değil, okuyucu belirler. Birden çok okuyucu olduğu için, metnin birden çok anlamı vardır.”
Ben okuyucu olarak anlamın peşindeyim. Eleştiri yüceltmek, körler-sağırları oynamak değil. Metinden hareket eden bir yaklaşım. Yazar kamuya mal ettiği için tahammül etmek zorunda. Yok sayma onun sorunu. Benim bulduğum anlam da bana ait değil; okuyacakların sorunu.
Anıları sürekli tekrarlanır yaşlı kadının. Annesinin cenaze namazı, tabuttaki kocası ve onları gömmek için mezarcıların elindeki kazma. Aradıkları define de kocası Ahmet olsa gerek.
Gelinin adını hatırlamazken, komşu kızı Şeyma’yı unutamamış. İstenmeyen gelin, hâlbuki gelin daha esprili görünüyor; gönlündeki gelini Şeyma’dan. Ölümünden sonra oğlunu gönül huzuru ile emanet edebileceği bir kızcağız anlaşılan Şeyma. Hanım hanımcık, edepli, mahcup. Anlayamadığı bir sebepten Şeyma mahalleden ayrılmış, oğlu ile bilemediğimiz bir gerilim nedeniyle çıkmış hayatından. Ancak kadının hatıralarında başköşededir.
Öyküdeki karakter (Feraye Hanım); annesine verdiği sözle “ele güne muhtaç etmemiş, parmakla gösterdik”leri biri kılmıştır oğlu Şaban’ı. Ölünce geride bıraktığı oğlundan ‘emin’ olabilmek tek derdidir. Anaların gözünde büyümez evlatlar. Korunmaya muhtaçtır. Şeyma’ya yoğunlaştığını görünce içinde ukde olduğunu anlarız bu meselenin. İç huzuruyla ölmesini önleyen oğlunu Şeyma ile evlendirememesidir. Mehdi gelse oğlunu araya sıkıştıracak kadar önceliklidir anne için. Mehdi’yi de bu yüzden bekler.
Öyküde isimlendirme de manidardır. Feraye’nin anlamı: ay ışığı, ayın parlaklığı. Şeyma bedeninde ben veya benzeri bir iz olan. Kadına gizli yara gibi işleyen bir konu olmasından belki. Şaban; Aralık ayı, 2. Hicri-Kameri ayların sekizincisi, üç ayların ikinci ayı. Ancak metafor olarak salak ve aptalı imgeler. Şaban filmlerinin etkisiyle. Olumlamasak da böyle bir algı vardır herkeste.
Öykünün temel metaforu Mehdi-Mesih-Kurtarıcı
“Kimse bilmiyordu ama Feraye Teyze’nin en gizli mesleğiydi bu: Mehdi’yi beklemek”
Borges ne diyordu bu konuda:
‘Kendilerini acıyla bıraktıklarında, düşe batarlar yeniden. Ama avuçlarında kalan kırık çakıl, batıp gitmelerini engelleyecektir bu kez. Düşün içindeki gerçek, kurtarıcıdır. Gerçeğin içindeki düş nasıl kurtarıcıysa.”[2]
Kadın için her şey oğlu çevresinde döner; avuçlarındaki çakıl, oğlu ve Şeyma. Beklense de geleceği yoktur Mehdinin. Öyküdeki anlatımda kadın için yetkili biri gibi görülür Mehdi; oğluna iyi bir hal sağlayacak umut. İstikbalini emniyete alacağı müracaat makamı. Beklentinin 15 yıl sürdüğüne bakılınca ne kadar az bir talep. Annelerin hayatının evlatlarıyla sınırlandığı küçük dünyalarını anlatır.
Kazma
Hayatımıza vuran her “kazma”nın herhangi bir binaya değil, bedenimize isabet ettiğini hissederiz öyküyle. Öykünün ana tema’sı olmasa da. Temas ettiği meseleyi ele veren nesne.
Kazma ve sepet kentler kurar,
Sağlam evi kazma yapar, sağlam evi kazma kurar.
Sağlam eve bereket gelmesini sağlar. (Sümer Şiiri)
Böyle umut ve olumlu anlamda değildir kazma. Öyküde ölüme, mezara konan cesede ima eder.
“Ve elbette çalışmaları kazma ve mezardan çıkarma imgeleriyle, gömülü yıkıntılar arasında eşeleme ve unutulan kalıntıları kurtarma imgeleriyle doludur.”[3]
Feraye Hanımın zihnindeki örüntüler tam da bunu anlatır. Geçmişte gömülü yıkıntılar, geleceğe uzanmayan umutlar. Mehdi bir umut işte. Ölüp gidince gözü arkada kalmasın diye.
Mezar eşilip de, ölü henüz gelmemiş olursa, içine şeytan ve cin girmesin diye, kazma ile kürek çaprazlama bir şekilde mezarın üstüne konur.
“Kara zebellah gibi bir adam elinde boyu kadar bir kazma, içeri gir’er öyküde. Yani evden içeri girememiş; eşikte. Bir ayağının çukurda olduğunu imler böylece Feraye Hanımın.
‘Omuzda kazma ya da kürekle eşikten geçilmez. (Evden ölü çıkar)[4]
Zebellahın eşikte kalması; gidici ama direnen, en temel meselesi oğluna tahsisli bir hayatın muhasebesi.
İskemle
Dört ayaklı hasır iskemleler bize özgüdür. Özellikle işhanlarının bir köşesine sığınan çay ocaklarında. Balkonda iskemlede oturan Feraye Hanım, o ihtişamlı bedenle saatlerce, yıllarca nasıl oturur? Geçici diye çöker iskemleye ama saat gelmeyince gitmek elinde değildir. Ecel, vakti ileri veya geriye almaz. Bekleyecektir o da saatini.
Üstünde oturanın yüzünden yozlaşan iskemleden bir umuda veya imgeye ulaşamıyoruz öyküde. Pineklemenin nesnesi, beklemenin. Ölümü ve hayatın anlamsız döngüsünü gösteren bir imge.
‘Belacqua’nın sesi; asıl adı Duccio di Bonavia olan tembelliğiyle ünlü Floransalı lavtacı ancak yemek masasına ve yatağına – gitmek için iskemlesinden kalktığı söylenirdi.’[5]
Sinek
“Sıcaktan cesaret alan sineğin; insanı uyuşturan vızıltısı eşliğinde derin bir uykuya dalmıştı.”
“Sineğin ayaklarını yanağında hissedince irkildi.”
“Tam söyleyecekken sinek ikinci kez yanağına dokundu.”
“Elmacık kemiğinden gözüne doğru ön ayaklarıyla koklaya koklaya ilerliyordu.”
“Sinek ‘vızzz’ diye havalandı.”
“Sinek gerdanında geziniyordu.”
“Sinek kaşının üzerine kondu yine.”
“Sineğin ayaklarını gözaltlarında duydu.” (Öyküden)
‘Sinek, zamanın uçup gidiciliğinin simgesi olarak konmuştu seçilen tablolara. Aynı uzamda iki canlının başbaşa zaman geçirmelerinde, yaşamsal çekirdeği zorlayan, boşlukta asılı kalmış bir anlam belirsizliği ağırlığını duyurabilir.’ E. Batur
Kadın mı yoksa sinek mi önemli öyküde? Bir sineğin ölümü bile ilginç olabilir yazınca.
‘Bir sinek nasıl ölüyor, onu izledim. Uzun sürdü. Ölüme karşı savaşıyordu. Belki on, belki on beş dakika sürdü, sonra durdu. Yaşamı sona ermiş olmalıydı. Orada kalıp onu izlemeyi sürdürdüm. Sinek, onu ilk gördüğümdeki gibi duvara yapışık kaldı, oraya gömülmüş gibi.
Yanılıyordum: henüz yaşıyordu. Orada durmayı, onu izlemeyi sürdürdüm, umutla, yaşamaya yeniden başlayacağı umuduyla.’[6]
‘Sineğe yansız bakmadığımızı, içimize otur(tul)muş bir önyargı ortalamasının dümen suyunda onu okuduğumuzu sezdirirler. Canlılar evreninin üyeleri, çoğu hakkında bilgiden yoksun olduğumuz halde basmakalıp imgelere takılmışlardır. Bu anlamda, geniş insanlık haritasının farklı örnekleri karşısındaki hazır kanılarımız ile örtüşürler.
Hirst’ün sinekleri de Hayat ile Ölüm arasında bölünmüşlerdir. Tate’in bir salonundaki canlı bölmede, kanı akıtılmış bir leşin etrafında uçuşan, konan ve kalkan sineklerle, bir sonraki salonun duvarında, dev bir değirmi panoya yapıştırılmış, handiyse biribirilerine kaynaştırılmış sinek ölülerinden oluşan blok arasında mekik dokurken, bir an kapıdan ya da pencereden içeri süzülmüş, iki salon arası algı ayarı tarumar olmuş bir sineğe benzetmiştim kendimi: Ölüm ile Hayat, iki kutbun ortasında, biçâre. Evet, bir kez daha: Hepsi buymuş.’ E. Batur
Ahmet Hâşim’e gelince, 1929’da İkdam’da çıkan bir yazısında sinekle ilgili “neredeyse tiksintiden ibaret bir açıya teslim olduğu görülür”, diyor Enis Batur.
Örneklerden gördüğümüz gibi ölümü imgeler sinek. Özellikle mor sinekler. Cehennemin bu dünyadaki izdüşümü gibi, Feraye Hanım’ın üzerinde gezinen sinek.
‘Hiç yaşamamış olan bu zavallılar çırılçıplaktı ve oradaki at sinekleri, eşek arıları sokuyordu her taraflarını’[7]
“Kötülük de, iyilik de yapmadan yaşamış olanların ruhlarını sokan at sinekleri.”[8]
“Yüzünün rengi her zamanki kırmızısından kül rengine döndü, bir sinek gözüne doğru tırmanıyordu. Tabutun vidaları sıkılırkenki o sesler neydi öyle: ya aşağı indirirken ki çarpma sesleri.”[9]
Öykü bir ayrıntı olarak verir sineği. Pinekleyen yaşlı bir kadının yüzünde gezinen. Dokunulup geçilen. Tekrarlanılan. Duras’ın içtenliği ile değil, Batur’un bilgilendirmesi hiç değil, A. Haşim gibi bir yargı ile sinekten tiksinmeden. İçerden bir anlatım değil öyküde sinek. Gözlemci nesnelliği ile. Çeşitlilik katsın diye öyküye.
Anne-Oğul İlişkisi
Anne-oğul ilişkileri Hacer-İsmail’den bu yana önemli bir metafordur.
“İbrahim’in Hacer’i ve oğlu İsmail’i çöle gönderdiği dramatik bölümde görülür. Çocuk İsmail’in susuzluktan ölmek üzere olduğu terk edilmenin doruk anında Tanrı Hacer’e, onları yok olup gitmekten kurtaran bir su kaynağı gösterir. Vaat o zaman çıkagelir:
“[…] Çünkü ben onu büyük bir millet yapacağım.” Vaatten önce İsmail ağlayan bir çocuktur, babasının çöle terk ettiği bir oğuldur, susuzluktan ölmek üzeredir; fakat-vaat haykırıldığında, gelecekteki bir milletin Babası olur.”[10]
Öyküde baba Ahmet (İbrahim) ölmüştür. Feraye Hanımın (Hacer) tek derdi oğlu Şaban (İsmail)dır. (Şeyma da Sare oluyor bu durumda. Gelin de olabilir)
Ancak İsmail gibi umut verecek biri değildir Şaban. Sürekli toplantılardadır; annesine verdiği cep telefonunda birinci numarayı aradığında çıkıp gelecek bir müracaat kişisidir sadece.
(Öte yandan bir’e basarak yapılan zikir; mekanik ibadet tekdüzeliğine imadır. Teknolojinin kullanıldığı alan itibariyle ironiktir de.)
Öyküde sınırlı sorumlu bir anlatımla ulaşabildiğimiz okuma; yazardan çok okuyucunun önemli olduğunu gösterir. Tamamlanmamış, bir amacı, ana teması olmayan öyküler –belki- anlama kavuşur. O nedenle öykü, imgelere yönelten metaforlarla anlatımı zenginleştirecek, derin çağrışımlara imkân tanıyan bir anlatımla güçlenir. Belki anlatılan bizim hikâyemiz olabilir. Her yerde her insana dokunan bir derinlik kazanabilir o zaman.
Mehdi’yi herkes bekliyor. Ne için? Bilmiyoruz? Herhalde çaresiz nesneleriz, zaman etkisiz kıldı bizi. Gidişata uyum dışında değişim için bir tercihimiz, çabamız olmadığından. Öyküdeki kadın gibi.
Öyküde Mehdi metaforu ile anlamlı bir imgeye ulaşabiliyor muyuz? Maalesef hayır, etkili-yetkili biri yerine konulmuştur Mehdi.
“Mehdi Efendimiz gelse fırladığı gibi ayağa kalkar… Sonra? Sonra ne yapacağını da pek kestiremiyordu aslında.”
Hayat zaten zor; sıkıntılar, ölümler, hastalıklar, dert, gam, kasavet, endişeler bizimle. Öyküde gösterilirken içine katılamıyoruz. Feraye Hanım iç muhasebesini yaparken kendimizi bulamıyoruz. Yazar da içerden bir dille, işin içine katmıyor bizi. Mehdi’ye havale etmiş. Biz okuyucular Mehdi Efendimizin beklendiği yerde sahipleneceğimiz bir rol bulamıyoruz, öyküye iştirak etme isteği duyamıyoruz, özdeşleşme kuramıyoruz.
Biz Mehdi beklemiyoruz okuyucu olarak. Bir anlam arıyoruz. Mehdi bir kurtarıcı ise Şaban’ı kurtaracak. Benim neyimi kurtarabilir. Sınırlı sorumlu. Mehdi’yle oluşan kurtarıcı imgenin içine çağrılamıyoruz.
Hikâyenin bizi olaya katmasını, ölümlü insanlar olarak hayatımıza, acılarımıza anlam veren bir imge kurmasını bekleriz. İsmail gibi en çaresiz anda bir umut aşılamasını. Hacer’e yapılan ikramın benzerini. Oysa Şaban hakkında bir fikrimiz yok, özne değil, annesinin düşlerinde bir nesne. Öyküde ‘şaban’ olması dışında görünmüyor. Yüksek binalarda, ele güne muhtaç edilmemiş ama hala bir güven vermekten uzak annelere. Nesneleşmiş oğullar. Etkisiz eleman. Sisler ardında varlığı ile yokluğu önemsiz. Özne olması mümkün olmayan evlatlar.
Öykü özne kıl(a)mıyorsa İsmailleri, “şaban” olmaları tam isabet. Bari Şeyma heder olmamış. Tek tesellimiz.
[1] Edebiyat Ortamı 2016 Öykü Yıllığı s.213-219 İtibar Dergisi S. 40
[2] Borges, Düşsel Varlıklar Kitabı s.199
[3] TERRY EAGLETON, Walter Benjamin ya da Devrimci Bir Eleştiriye Doğru S,84
[4] Sedat Veyis Örnek, Sivas Ve Çevresinde Hayatin Çeşitli Safhalarıyla İlgili Batıl İnançların Ve Büyüsel İşlemlerin Etnolojik Tetkiki, 99, 121
[5] Dante, İlahi Komedya, s.308 Oğlak Klasikleri
[6] Marguerita Duras, Yazmak s.36-37
[7] Age s.147
[8] Age. S.818
[9] James Joyce, Ulyyses s.245
[10] Fethi Benslama, İslam’ın Psikanalizi, s.121, İletişim Y.