Buraya seksen sekiz kişi içinden Demirel ve İnönü taklidi yaparak girmeyi başarmış yirmi üç kişiden biriydim. Diğerlerine sınavda ne sordular bilmiyorum. Odaya tek tek giriyorduk. Çıkanlar da içerde ne olup bittiğine dair doğru dürüst bir şey söylemiyorlardı. Sorulan sorulara “Eh işte, havadan sudan, üfürükten şeyler” deyip geçiştiriyorlardı. Sıra bana geldiğinde tıpkı mahkeme salonunun kapısında dikilenlerden, mübaşir kılıklı çığırtkan bir görevli, adımı sessizce bağırdı. İki isimli bir ben vardım listede. Önce ceketimin düğmelerini ilikledim, sonra sol tarafta büstün yanında duran desenli aynada endamımı son kez dikkatli bir nazarla seyrettim. Saçlarım briyantinliydi. Geriye yatırmıştım. Anlım açık olsun istemiştim. Bozulmamışlardı. Mahkeme salonuna – sınav salonu diyemem, devlete ait her salon mahkeme salonudur bence- girerken o tuhaf mübaşir kılıklı devlet memuruyla son kez göz göze geldim. Rahat tavrımı yadırgamış olacak ki: “ Hadi çabuk ol içerde seni bekliyorlar. Adamdaki şu rahatlığa bak!” dedi. Bir lahavle çekip içeri girdim. Bismillah dediğimi de hatırlıyorum.
İçerisi tam da tahmin ettiğim gibi bir mahkemeden farksızdı. Beni orta yerde bir sandalyeye oturttular. Evet, sandalye: sol arka bacağında siyah metal boyayla üç numara sulu boya fırçası kullanılarak dağınık bir el yazısıyla yazılmış demirbaş numarası olan koyu kahverengi sert ve kaygan bir sandalyeydi bu. Benden öncekinin sıcağı üzerindeydi sandalyenin. Belli ki çok terletmişler.
Önce Kültür Merkezi müdürü söze girdi. Adımın hikâyesini sordu. Dürüstçe anlatayım dedim. Sonra beni solcu molcu zannetmeyin. Güldüler. “Ben doğduğumda babam askermiş. Mahallede çekirdek aile pek yokmuş. Ailelerin hepsi kalabalıkmış. Başlarında bir büyük varmış yani. Bizimkiler de öyle. Gözümü açtığımda dedemin kucağındaydım, hala da öyle. Sırtımı sıvazlar, harçlığımı verir, beni okutmak için çırpınır durur adamcağız. Dede bugün sinemaya Cüneyt Arkın’ın filmi gelmiş çok âlim bir adam, demen yeterlidir. Sinema ücreti bir liraysa on lira verir. Bir de sıkı sıkı tembihler: ‘Aman evladım iki kere izle, ezberle öyle gel’ der. Dedemin, ninemin ve annemim okuma yazması yok. Öğretememiş koca devlet, onlar da öğrenememiş. Ailede okur yazar olan bir eniştem varmış, o da zır solcu. Koltuğunda Cumhuriyet gazetesi eksik olmayanlardan. Nüfusa beni o yazdırmış. Bereket ikinci adımın son harfini kâtip eklemiş de ismimin üzerindeki niyet bozulmuş. Allah o kâtipten razı olsun.” Hepsi katıla katıla güldü de mübaşir kılıklı o adam hiç gülmedi. Bir ara jüri puan hesaplarken fırsattan istifade şöyle pabuç gibi bir dil çıkardım ona.
Bahtiyar hoca okulumu sordu. Yutkundum. Söyleyip söylememekte tereddüt ettiğim belliydi. İmam Hatip dedim. “Roman okur musun?” dedi. “Minyeli Abdullah” dedim. Bahtiyar hoca, müdüre Minye’nin nereye bağlı olduğunu sordu fısıltıyla. Müdür mübaşir kılıklı devlet memuruna soru dolu bir bakış gönderdi. Bu soru dolu bakışı bir emir telakki edip Türkiye siyasi haritasına yöneldi mübaşir kılıklı devlet memuru. Konuyu derinleştirmek ister gibi “Başka hangi kitapları okursun, hangi konulara ilgi duyarsın?” dedi Bahtiyar hoca. Seyyid Ebu’l-A’la el-Mevdudi’nin ‘İslamda Hükümet‘ini okuduğumu söyledim. “İslam islam da şimdi bu hükümet nerden çıktı?” dedi müdür. Tam da bir açıklama yapmak için ağzımı açmıştım ki Kazım hoca konuyu tiyatroya getirerek: “Şimdi tiyatro için buradayız değil mi?” dedi. Evet, tiyatro için buradayız lakin bütün bu konuştuklarımız bir tiyatrodan ibaret değil, dedim. “Şimdi sana bir rol vereceğim, yapıp çıkacaksın” dedi. Ayağa kalkıp yanıma geldi, kulağıma fısıltıyla: “Şimdi sen kabızsın ve bu durumu jest ve mimiklerinle göstermelisin bize” dedi. Ağzını doldurarak: “Doğaçlama, emprovize ya da tuluat” sözcüklerini bir yükleme bağlamadan sıralarken karşımda sağ eli yelek yakasının içinde George Washington posteri gibi duruyordu.
Oysa hayatımda hiç kabız olmamıştım. Aklımız da kabız olabilir mi, dedim. Duygularımız mesela…
Mahkeme salonundan çıkarken, mübaşir kılıklı devlet memuru Türkiye haritasında Minye’yi arıyordu.