…ilçe müftüsü Naim Efendi, bindokuzyüzyetmişsekiz yazının en sıcak günlerine tesadüf eden Ramazan-ı şerifin üçüncü günü, oturduğu mahallenin sâkinlerine, evinde bir iftar vermek için, oruç ayı gelmeden bir hafta önce kolları sıvadı, hazırlıklara başladı. Yakın dostu ve çalışma arkadaşı şube müdürü İhsan beyi evladı gibi severdi. Meseleyi ona açınca, “efendim telaş buyurmayın, ne icab ediyorsa yaparız” dedi. Ama Naim Efendi için hele böylesi mühim bir meselede telaşlanmamak mümkün müydü? Öncelikle davetli listesini hazırlamak gerekiyordu. İhsan beyi, makam odasına boş kaldığı anda çağırıyor, heyecanla, “şu listenin üzerinden bir daha geçelim” diyordu. Bu kaçıncı geçişti? İhsan bey, listenin kopyasını alıyor, Naim Efendi tek tek okuyor, her defasında, telaffuz ettiği isimlerle ilgili kısa bir süre sesli düşünüyor, kanaatini sormamasına rağmen İhsan beyden gelen yoruma da dikkat kesiliyor ve ismin yanına yeni bir çarpı koyuyordu. Listedeki adların çarpıları neredeyse kâğıdın sonuna kadar uzamıştı. Yine bir gün listeyi temize çekerken, İhsan bey, “Efendim” dedi, istirham eder bir sesle, “onu da çağırsak mı?” “Kimi?” diye tedirgin bir merakla sordu Naim Efendi. İhsan beyin sesi iyice düştü, bakışlarını kaçırdı, başıyla pencereye doğru işaret ederek, “şu garibanı…” Naim Efendi anlamamıştı, “Kimi diyorsun İhsan bey?” “Efendim Kemter İsmail’i…” Müftü birden oturduğu yerden kalktı, “aman İhsan bey, ne diyorsunuz siz! Camie gelmez, beynamaz, ayyaşın teki adam. Üstelik oruç da tutmuyor, yani el-insaf artık!” İhsan bey, bir müddet sustu. Naim efendinin hiddeti biraz dinince, “hayır, yüz yüze bakıyoruz, ne de olsa komşumuz, günahı kendine efendim…” Sözünü kesti, “efendim hadi namaz niyaz yok, yahu oruç tutmuyor oruç!” “Belki rahatsızdır, bir mazereti vardır.” “Efendim turp gibi, bizden sağlıklı görünüyor, ne mazereti olacak?” “Bilinmez ki efendim… Büyüklük sizde kalsın, gelin o garibi de davet edelim…” Naim Efendi, İhsan beyin ısrarlarına fazla dayanamadı. Kemter İsmail’i de kerhen listeye ekledi. Ekledi ama adamın ismini yazıp da çarpı koyduktan sonra, kendi kendine, “inşallah bir maraza çıkarmaz, meclisin ahengini bozmaz!” diye söylendi. İhsan bey sevindiğini göstermemeğe çalışarak, listedeki diğer isimlerle ilgili sorular sormaya başladı… Nihayet büyük gün gelmişti. Mütfü efendinin hanımı, İhsan beyin karısı ve büyük kızı, kapı komşularından maharetli kadınlar bir gün öncesinden başlayarak önce hamur işlerini, sarmaları, ertesi gün etlileri, çorbayı, pilavı, salatayı, ev işi baklavayı yaptılar, zengin bir sofra hazırladılar. İftar vaktine bir saat kaladan itibaren misafirler gelmeye başladı. Kemter İsmail, ilk gelenlerdendi. Müftü, “hoşgeldiniz” derken sigara koktuğunu fark ettiği adama tiksinerek baktı, yanında duran İhsan beyin kulağına eğilerek, “hiç iyi etmedik bu mendeburu çağırmakla, efendim pis pis sigara kokuyor, demincek içmiş olmalı!” diye söylendi. İhsan bey, “aman efendim hiddet buyurmayın, sâkin olun, mübarek vakit bir tatsızlık olmasın” diye teskine çalıştı. Mahalle sâkinlerinden Hacı Kemâl efendi, Hacı Hâfız Tevfik Efendi, Vilayet’te görevli idarî âmirlerden Selim bey, nalbur Sıtkı Efendi, emekli eğitim müfettişlerinden Kâmil bey, pek çok davetli, ellerinde hediye paketleriyle geldiler. Naim Efendi, İhsan beyle birlikte sofra düzenine uygun olarak, herkesi yerine oturttu. Kemter İsmail, kendisine işaret edilen yere oturmamış, başköşeye kurulmuştu. Naim beyin gözüne diken gibi batıyordu. İhsan beye, fısıltıyla, “size demiştim efendim şunu çağırmayalım diye, bakın, en başa kurulmuş, edep erkân bilmiyor, densiz!” deyince, adam, “aman efendim, bi tatsızlık olmasın, hiddet buyurmayın!” diyerek yine sakinleştirmeğe çalıştı. Hoşbeşten, genel ahvalden, mevsim şartlarından, memleketin gidişatından, Ramazan-ı şerifin bereketinden derken muhabbet hayli koyulaştı, ezan vakti iyice yaklaştı. Müftü efendi, “efendim” dedi sesini yükselterek, “siz de uygun görürseniz, önce hurma ile iftarımızı edelim, akabinde, malum vakit dar, akşam namazımızı eda edip yemeğe öyle geçelim, yemekte de kayıtsız oluruz böylece, ne dersiniz?” diye sordu. Misafirlerin bir kısmı, “isabet olur”, “çok yerinde olur”, “hay hay efendim” demeye başlamıştı ki, Kemter İsmail atıldı : “Aman efendim olur mu öyle şey? Ezan okunur okunmaz yemeğimizi yiyelim, namaz bilahare kılınabilir. Hem, aç iken namaz huzuru sağlanamaz, herkes yemeği düşünür, namaz battal olur!” Az önce, “pek güzel olur” diye Müftü efendiyi tasdik edenler bir an durup düşündüler, mütereddit kaldılar. Naim Efendi patladı patlayacaktı, İhsan beye, az duyulan bir sesle, “efendim gördünüz mü, üstelik oruç da değil, size söylemiştim, davet etmeyelim bu herifi-i nâşerifi diye…” deyince, adam, her zamankinden daha yalvaran bir sesle, “nolur Müftü efendi, bir tatsızlık çıkmasın, siz büyüklüğünüzü gösterin efendim, sâkin olun” dedi. Olurdu olmazdı derken, meclis, önce hurma, su veya tuzla iftar edilmesi, çorbaların içilmesi, akabinde de namaza geçilmesi hususunda karar kıldı. Kemter İsmail, ısrarcıydı : “efendim önce yemek yense daha sıhhatli olacaktı ama madem öyle…” Müftünün, Kemter’e öfkesi artıyordu. Ezan-/ı Muhammedî okununca iftar edildi, çorbalara liman sıkılıp ekmek doğrandı, bi güzel içildi, bilahare namaz için saflara duruldu. Çorbaya özel bir ihtimam gösterilmesi, bazılarının bir çömçe ilave ettirmesi, zeytinyağlılara da zaman zaman teveccüh gösterilmesi vakti hayli daraltmıştı. Namazı, Müftü efendinin işaretiyle, Hacı Hâfız Tevfik Efendi kıldırdı. Farzın selamı verilince yatsı ezanı duyuldu, sünnete vakit kalmadı. Müftü Efendi fena halde sinirlenmişti. İhsan beye, bu defa biraz daha duyulur bir sesle ve alabildiğine hiddetle, “efendim ben size bu terbiyesizi davet etmeyelim demiştim, bakın bizi sünnetten de alıkoydu, üstelik kendisi namaza da iştirak etmedi!” dedi. İhsan bey, teskin edici rolünü sürdürüyordu : “Aman efendim, oldu bir kere, nolur sâkin olun, hadi misafirleri yemeğe alalım…” Sofraya tekrar oturuldu. Kaşıt sesleri, şapırtılar, “aman efendim bu sarma efsâne olmuş”, “azizim bu içli köfteler nasıl böyle! Ömrümde böylesini yemedim!”, “yahu Naim Efendi, yenge hanım bizimkine şu yahninin tarifini veriverse”, yine memleket ahvali, dünyanın gidişatı, mahallenin meseleleri derken buğusu üstünde çay getirildi, ev baklavası ona eşlik etti. Kemter İsmail’in karnı doymuştu, mecliste kendisine eşlik edecek iki üç kişi de bulduğundan Çelikhan tütününden sarma sigaranın birini söndürüyor diğerini yakıyordu. İçerisi hayli dumanlanınca, Müftü efendi pencerelerin kalanını da açtırıyor, İhsan beye, “efendim şu çirkefi çağırmayalım demiştim…” diye yakınıyordu. Kemter, “bana müsaade” diyerek ayaklandı, herkesin gecesini hayırlayıp çıktı. Müftü, İhsan beye işaret ederek, kapıdan uğurlamasını istedi. Davetliler hayli oturdular. Uyuyup sahurda uyanacaklar biraz erkence kalktılar, geceyi namaz kılıp, radyodan ajans ve Kuran dinleyerek geçirecek olanlar geç vakte kadar oturdular. El ayak çekilince, Müftü de yatsı namazını ve teravihi kılarak uyumak için yatak odasına çekildi.
Gece, sahur vakti, Kemter İsmail’in ahşap kapısının tokmağı kırılırcasına çaldı. Kan uykusundan sıçrayan adam, kapıyı açınca deliye dönmüş, kendisine saydıran Müftü’nün öfkeli yüzünü gördü : “Allah seni bildiği gibi yapsın. Yahu sen nasıl bir adamsın! Hiç mi görgün yok! Davetli olduğun mekâna neden uymazsın be adam!” Müftünün hiddetli bağırtısı ortalığı inletiyordu. Bir aralık Kemter’in üzerine hamle yapar gibi oldu. Adam kapının arkasına saklandı. “Noldu Müftü Efendi, hayırdır gecenin bu vakti, mesele nedir?” “Yav senin yüzünden akşamın sünnetini eda edemedik. Rüyamda Efendimiz aleyhisselamı gördüm. Beni öyle bir azarladı ki!” “Niye?” “Sen, nasıl sünnetimi terk edersin diye?” Kemter İsmail, “daha önce Peygamberimizi hiç rüyanda gördün mü?” diye sordu. Müftü, “hayır” dedi. “Bak, gördün mü, sünneti terk ettin, Peygamberimizi gördüm. Farzı terk etsen belki de rüyanda Allah’ı göreceksin!” deyip üzerine yürüyen Müftü’nün yüzüne kapıyı kapattı.