Rüyamda Hasan Demir’i gördüm. Çalışma odasında, yakın gözlüğü gözünde, kaçak tütün sigarasını ve sade Türk kahvesini içiyor, katlanabilir küçük masasının üzerinde bir tomar kâğıtla boğuşuyordu. “Babamın sürekli tekrarladığı sözünü aktardım. “Benim bildiklerimi bilseydin benim gibi gülümsemezdin!” “Bu, Efendimizin sözünü hatırlatıyor” dedim. “Nasıl yani?” “Benim bildiklerimi bilseydiniz çok ağlar, hiç gülmezdiniz.” “O zaman al şunları” dedi, “düzeltilerini yap.” Beş-altı sayfalık bir bölümdü. “Nedir bu?” dedim. “İnanamayacağın kadar acılı” dedi.
Okumaya başladım :
Babam, sık sık ve kendi kendine, “ağam yaram derindir velâkin Mevlam kerimdir” derdi. Evimizin -o zamanlar evimiz vardı. Gerçi kerpiçtendi, tavanında ağaç gövdeleri, mısır sapları ve çamur vardı ama çok güzeldi- önündeki, balkon desem değil böyle üzeri çinko saclı bir çıkması vardı orada, sedirde oturup boğma rakısını içerken, iç geçirir sık sık bunu söylerdi.
Benim adım Menes. Avgasor’dan Süleyman’ın kızıyım. Sonra başka babam oldu. Kilis’in Eskişar köyünden İsmet. Bir de yeni annem. Emine kadın. Ama ilk babamı ve annemi unutamadım. Annem vaktiyle Halvori’ye gelin gelmiş. Üçüncü çocuğuna hâmileydi o zamanlar. Nicedir duyduğumuz söylenti gerçek oldu. Jandarma köye geldi, herkesi topladı, ‘sizi sürgüne göndereceğiz” dediler. Biz de inandık. Çobanları, tarlada işinde gücünde olanları çağırdık. Herkes köyün meydanında toplandı. Ermenileri ayırdılar. Onların durumuna bakıyor, ağlıyoruz. Onlar bize ağlıyor, biz onlara. Onları öldürecekler, bizi de sürgüne gönderecekler sanıyoruz. Madem gideceğiz, yanımıza çok gerekli olmayan şeyleri almayalım, dedik. Birkaç kat giysi, ne bileyim, yolda, gittiğimiz yerde lazım olacak şeyler… Aslında uzağa değil, Hozat’a gideceğiz. Gerçi o zaman yol yok. Katırla, merkeple, yayan gidiliyor. Yaz sıcağında tabi yol çok zahmetli. Önce evlerin etrafına saman yığdılar, ateşe verdiler. Biz yokken köyün dışında olanlar filan gelip kalmasınlar diyeymiş. İçerde neyimiz varsa yandı. Onlarla beraber ciğerimiz de yandı. Annem işte o zaman şüphelendi. Bunlar madem bizi sürüyor, evimizi niye yaktılar ki? Babam anneme kızdı, “hükûmet niye yalan söylesin? Bizden mi korkacaklar? Hem hükûmet hiç yalan söyler mi? Öldürecek olsalar burada öldürürler. Cahil kadın!” O zaman annemin, benim, teyzelerimin şüphesi biraz gitti. Ama yine de korkuyoruz. Önce Ermenileri mezarlığa doğru götürdüler, bizi Venk’e sürüklediler. Kimsenin aklına da gelmiyor, bunlar bizi nereye götürüyor diye? Hani Hozat’a gidecektik? Sanki Allah aklımızı almış. Düşünemiyoruz. Kase Luki’yi geçip de değirmen yoluna girince herkes anladı durumu. Büyük Duvar’ı geçtik, yaşlı birisi, “kaçın! Bizi öldürecekler!” diye bağırdı. Ama korkudan mı, akıl gittiğinden mi, kimse onu dinlemedi. Dinleselerdi belki kurtulurlardı. Adam, görevlilerin arasından tavşan gibi zikzaklar çizerek, çevik bir şekilde kaçmaya başladı. Gözden kaybolur gibi oldu. Kurtuldu sandık. Ama bir görevli nişan alıp ateş etti, “yandım anam!” diye bağırarak yere düştü. Çırpındı. Öylece kaldı. O an bir telaş olmuştu. Onu fırsat bilip kaçsak yine kurtulabilirdik. Ama herkes olduğu yere çakılıp kalmıştı. Belki de dediğim gibi aklımız başımızdan gitmişti. Miste Sure’ydi vurulan. Bir görevli gitti, ayağıyla adamı itti. Külçe gibiydi. Öldüğünden emin olunca, dönüp geldi, onunla birlikte yürüyen, fısıl fısıl konuşan muhtarın oğlu Heme Durşi’yi omuzundan tuttu. İki elini arkaya bağladı, boynunu keserek öldürdü. O zaman babama baktım. Yarası derindi ama Mevlası kerim miydi anlayamadım. Herkes artık ne olacağını biliyordu. Yüzlerde tarif edemeyeceğim bir korku vardı. Ölüm denilen kara deve, herkesin göğsüne gelip oturmuştu. Bir ara babama yaklaştım. “Kızım” dedi, göl kenarında bizi öldürüp Munzur’a atacaklar. Hakkını helal et.” “Helal olsun baba” diyecek oldum, sesim içime gömüldü. Kemere Arey’in az ilerisindeki tarlaya geldik. Kadınlarla çocukları bir yana, erkekleri diğer yana topladılar. Kadınların arasındaydım, su arkına yakındım. Efendiye Sure’nin gelininin kucağında yeni yaşını almış çocuğu vardı. Çocuk, arktan akan suyun şırıltısına doğru paytak paytak yürüdü. Annesi de arkasından seğirtti. Belli ki susamıştı. Arktan avcuyla su alıp içirmek istedi. Efendi, “kızım” dedi, “bugün Kerbela günüdür. Hepimiz öleceğiz. Çocuğa su verme!” Kadın, çaresiz, “çok susamış, durmuyor!” dedi. Efendi yaklaştı, kadının avcuna vurdu, su döküldü. Görevlilerin başındaki birden koşarak geldi, “sen ona ne söyledin?” diye bağırdı. Efendi Türkçe biliyordu, “bugün Kerbela günüdür dedim” dedi. Görevlilerin başındaki adam, az ilerdeki ağaçlara baktı. Bir jandarmayı çağırdı, bir şeyler söyledi. Genç adam koşarak gitti, kazma sapı kalınlığında birkaç sopa getirdi. Adam işaret edince, üç görevli sopaları aldılar, Efendi’nin kafasına vura vura öldürdüler. O zaman babam bağırdı. Artık korkudan mı, çaresizlikten mi, bir an önce ölüp de kurtulma isteğinden mi, bilmiyorum. Erkekleri ellerinden birbirine bağladılar. Mitralyözü kurdular. Taramaya başladılar. Kıyamet kopmuş gibi, öyle bir toz duman kalktı, çığlıklar koptu ki, anlatamam. Ölü, yaralı ne varsa kayalardan aşağı, Munzur’a attılar. Kadınlara sıra gelmişti. Başlarındaki, “süngü taak!” diye bağırdı. Süngüleri taktılar. Sırayla süngüleyip süngüleyip aşağı attılar. Hamile bir kadını gördüm. Karnı yarılmıştı. Cenini çıkarıp onu da süngüye taktılar. Hiçbir şey hissetmiyordum. Zaman, mekan kalmamıştı. Boşlukta gibiydim. Sonsuz bir sessizlik vardı. Gözlerim de boşluğa bakıyordu. Sıranın bana geldiğini hatırlıyorum. Kuş gibi titrediğimi neden sonra fark ettim. Görevli geldi, önce süngüyle belimden dürttü, itti; sonra eliyle sırtımdan, zıbınımdan tuttu ama kayadan aşağıya değil, yan taraftaki yabani üzüm asmasının içine doğru itti. Sanki gayıptan bir el uzanmış beni tutmuştu. Asmanın bir dalına yapıştım. Arkaya baktım. Bese, asmanın kökündeki küçük bir kaya oyuğuna saklanmıştı. Yavaş yavaş ona doğru yaklaştım. Gülüyordu. “kız sen niye geldin!” diye çıkıştı bana. Çaresiz yana doğru çekildi, bana yer açtı, yanına iliştim. Aşağı bakamıyoruz. Uçurum. Uçurum orda mı yani dışarıda bir yerde mi yoksa içimizde mi bilemedim. Çocukları, kadınları süngüleyip süngüleyip aşağı atıyorlardı. Çığlıkları duymamak için kulaklarımızı ellerimizle kapattık. Bir de aşağı düşenlerin çıkardığı gürültü korkunçtu. Ona dayanmak imkansızdı. Annem süngülenmeden önce bana dönerek bağırmıştı, “inşallah kurşunla ölürsünüz, dua edin. Süngüyle ölmek çok kötü!” Epeyi bir zaman geçti. Ses seda kesildi. Anlaşılan kimse kalmamıştı. Aşağı atılanların bağırtıları duyuluyordu sadece. Bazısı birinin adını bağırıyor, bazısı “nolur biraz su!” diye inliyordu. Görevlilerin gittiğinden emin olmak için bekledik. Bese donmuş gibiydi. “Noldu kız!” dedim. Korkudan faltaşı gibi açılmış gözleriyle işaret etti. Baktım, aman Allahım, kocaman bir yılan. Bize doğru geliyor. Korkudan bir şey yapmaksızın öylece bekledik. Geldi, bize baktı, dilini çıkardı, tısladı sonra asmaya çıktı, kayboldu. Hayli bekledik. Gün devrilmişti. Gölge koyulaşmıştı. Neden sonra, “Bese bir baksana, gittiler mi?” dedim. “Tövbeler olsun, ben bakmam!” dedi. Yavaşça doğruldum, baktım, tarlada birkaç ceset gördüm. Kimse yoktu. “Hadi” dedim. Sürünerek çıktık. Rasto’ya, karakolun bulunduğu yere kadar geldik. Bese, Halvori’ye, ben Avgasor’a gitmek üzere ayrıldık. Yolda rastladığım, Suregiler’den birkaç kişi yaşıyordu. Birisi, kayalıktan atılmış ama ölmemişti. Deşt’e gelirken hâlâ kendinde değilmiş. Kahveye gitmiş. Oradakilere olup biteni anlatmış. Kimse inanmamış. Ama üstü başı kan içinde olduğundan şüphelenmişler. Kahveden çıkmış, biraz ilerlemiş, görevlileri görmüş. Bir ağacın ardına gizlenmiş. Görevliler kahveye girip herkesi çıkarmış, süngüleyerek öldürmüşler. Dilek’ten bir yaşlıdan dinledim yıllar sonra, köpekler, günlerce kalan cesetlerin parçalarını yiyecek hayatta kalmışlar.
Akşam hava iyice kararıp görevliler çekildikten sonra komşu köyde yaşayan babamın akrabası Avdele Ded Avaşi’nin evine gittim. Ev yanmıştı. Mezrada bir ahırları vardı. Oraya sığınmış. Beni görünce sarıldı. Ağladı. Ağıt yapıyordu ama sesini kısıyordu. İçerisi karanlıktı. İnsanın gözü bile alışamıyordu karanlığa. Mela Hali diye bir kadından bahsetti. Onların köyünde de herkesi birbirine bağlayıp götürmüşler. Yıllar sonra bunun kaderimiz olduğunu düşündüm. Hayatlarımız birbirine bağlıydı. Kendisi peşlerinden gitmiş, uzaktan takip etmiş. Ramazan suyuna vardıklarında tepeyi aşmışlar, beklemiş o da gitmiş, bakmış yerde bir şey var. Düşürdüler herhalde demiş. Bir tuluk. Açıp bakmış, Uşen Ağa’nın kızının tacı. Tam o sıra silah sesleri gelmiş. Korkup kaçmış. Kimsor’a gittiklerini öğrenmiş. Geceyi beklemiş. Ters yoldan gitmiş. Kimse yok. Meğer hepsini öldürmüşler. Dönerken, bir ağaçta yaşlı bir kadının asılı cesedini görmüş. Hayatta kalanlardan biri anlatmış. Yaşlı kadın dayanamayıp kendini asmış.
Yangınlar, ölümler, süngüler bitince Bese’yle buluştuk. Onun da saçlarını kazımışlardı. Başı yumurta gibiydi. İki yerde yarası vardı. “Birini biliyorum, diğeri neden?” dedim. “Duttan düşmüştüm” dedi. “Senin üç tane” dedi. “Evet” dedim, “benim üç yaram var.” Nedenini sormadı. Birbirimize güldük. “Ben” dedim, “Kilis’e gidiyorum.” “Kilis nere ki?” dedi. “Bilmiyorum” dedim. “Ben de Bayındır’a gideceğim” dedi. “Bayındır mı? Orası nere?” “İzmir” dedi. Durdu, “deniz varmış İzmir’de” dedi. “Deniz nedir?” dedim. “Munzur gibi” dedi. “Güzelmiş” dedim. Sarıldık. “Hakkını helal et” dedim. “Helal olsun” dedi. “Benimki de” dedim. Tekrar sarıldık. Ağladık.
Sonra onlar kara trenle Bayındır’a gittiler. Biz otobüsle Kilis’e. Gece kaymakamlık yazan bir konağın önünde durduk, arabadan indik. Balkon ve çatılarda insanlar bize bakıyordu. Binanın önü kalabalıktı. Muhtarlar da oradaydı. Birisi, Seydali’ye yaklaştı, “Türkçe biliyor musunuz?” diye sordu. Seydali, “biliyoruz” dedi. “İki aydır telgraf çekiyorlar, bu gelecek olanların gözleriyle kulakları ayrı diye. İnsanlar o yüzden toplandılar. Merak ediyorlar, gerçekten böyle mi?” dedi. Biz güldük.
Beni Kilis’e gönderdiklerinde on iki yaşındaydım.
Onaltı yaşında ikinci babamın amcasının torunuyla evlendim.
Şimdi altmışüçüme geldim. Bundan sonra yaşamak edepsizlik.
Çocuğum olmadı.
Ama sevindim.
Bu mel’un dünyaya çocuk getirmek hiç iyi değil.
* * *
Metin bitmişti. Tek bir düzelti yapmamıştım.
Uyandım.
Kanapede okurken uyuyakalmışım. Kitap göğsüme düşmüş : “Dersim’den Tunceli’ye…”
Dilimde bir ağıt :
“…Dê wayî wayî wayî
Begê mi wayî
Dest û bojîyê ma jubîn ra girê dayî
Têde ma girê dayme
Ma cinî û camêrdî kerdîme top berdîme
Verê kertê Mazgêrdî
Ardî verba ma, axîrmakîney qurmîş kerdî
Va kê zalim rew ma ra nê,
Domanê ma vişayi…”
