İleti kutusunu açınca N.’ın adını gördüm. Y. hocayı ziyaret etmişti. Y. hoca Boğaziçi’nde öğretim üyesiydi. Erken emekli oldu. Felsefe bölüm başkanıydı. Alanı sanırım fizik felsefesiydi. Kitaplarını bıraktı, akademyayı terk etti. İstanbul’u da terk etti. Kaş’ın mı Kalkan’ın mı bir köyüne yerleşti. Toprağa döndü. Sanayileşmeden derhal vazgeçilmeli, toprağa dönülmelidir, düşüncesinde değildi ama toprak kökendi ya, evvele gidilmeli, diye düşünüyor olmalıydı. Tıklayınca ileti açıldı.
05.09.2021 – Patara, Kalkan. (Kalkan’mış demek ki.)
Y. hocayı ziyaret.
Hocanın Cuma günü verdiği randevuya o saatlerde bir doktora jürisine katılmam gerektiği gerekçesiyle uymamıştım. Bu kez pazar günü yine saat onbeş için verdiği randevuya ne erken gideyim ne de geç kalayım diye saat ondört onbeşte Patara’dan yola çıktım. Çocuklarla beraberiz. A. Sokak No: . … Köyü adresine gideceğiz. Ancak ne Google ne de Yandex bu adresi bulamıyor, bu yüzden telaşlanıyorum. Her ne kadar İslamlar köyü için navigasyon dokuz kilometre dese de, Beydağı’da yaklaşık sekizyüz metre yüksekte bulunan bu köyün dağınık bir yerleşim yeri olduğunu haritadan belirledim. Oralarda bu sokağı bilen birini bulabilecek miyiz diye kaygılanıyordum. Nitekim, navigasyon köye geldiğimizi belirtse de, meydanda bir manava sorduğumuzda daha epey yukarı çıkmamız gerektiğini söylüyor. Yol, kıvrıla kıvrıla giderek yükseliyor, etrafta yavaştan bir çam ormanı beliriyor ve giderek gürleşiyor. Tek tük evler arasında bir market görünce hemen duruyorum. Markette alışveriş yapan bir aile, en az beş kilometre daha yukarı gitmemiz gerektiğini söylüyor. Sokağı bildiğini söylüyor ve kime gittiğimizi soruyor. Y. Hoca’yı duyunca, Hocayı tanıdığını, kendisini takip edersek evine kadar götüreceğini söylüyor. Rahatlıyorum. Gerçekten alışverişini yaptıktan sonra dört çekeriyle önümüze düşüyor ve bir hayli yol gittikten sonra hiçbir tabelası bulunmayan aşağıya yönelmiş bir yolun başında duruyor. Uzakta bir Caddy park etmiş, onu gösteriyor. Arabanın altı Hocanın evidir, diyor. Teşekkür edip ayrılıyoruz.
Daracık bir yoldan aşağıya yöneldiğimizde, Caddy’nin, yolun kenarına yapılmış bir çıkıntıya park ettiğini, durulacak başka yer olmadığını anlıyoruz. Manevra yapacak yer de olmadığından bayağı aşağıya inip, o civarda bile sık sık rastlanan “muhafazakâr villa”lardan birinin otopark girişini kullanarak geri dönebiliyoruz. Hocanın evini bu kez yukarıya doğru geçtikten sonra bir inşaatın giriş yolunu kapatacak şekilde ancak park edebiliyoruz. Söylendiğine göre, Caddy’nin altındaki ev. Ancak bir demir kapının arkasında yüksekçe merdivenler ve bir evin çatısı görünüyor. Hocam! diye birkaç kez seslensem de iki köpek havlayarak geliyor. Bir süre tereddüt ettikten sonra açtığım kapıyı kapatıyorum. Ne olur ne olmaz! Hocaya mail atmayı bile düşünüyorum ama ne zaman fark edecek? Öyle çaresiz beklerken, merdivenlerden genç bir delikanlı çıkageliyor, Hocanın yardımcısı olduğunu, köpeklerden korkmamamız gerektiğini anlatıyor. Zaten köpekler havlamayı kesiyor ama bu sefer de aşırı sevgi gösterileriyle üzerimize atlayıp yalamaya çalışıyorlar. Merdivenleri bu vaziyette inerken Kırçıl da geliyor ve köpekleri üçlüyoruz. Köpeklerle uğraşmaktan merdivenleri sayamıyorum.
Hikâye gibi oldu ama Hoca’yla geçen, ömrümce bir hatıra olarak taşıyacağım anları düşünmeye ve kaydetmeye çalışıyorum aslında. Çok değerli sözlerini, delici bakışlarını, eşi A. Hanımın -hâlâ psikoloji alanında yabancı meslektaşlarıyla dayanışmalı olarak sıkı çalışmalar yapıyormuş, bugün de içerde çalışmaya devam etti, ara sıra bize su vs. getirdi- kendi bahçelerinden topladığı incir, pikan cevizi ve bizim bildiğimiz normal cevizi ve üzümü ikram ederkenki zarafetini, bir ilim ve irfan insanının hem vakar hem de mahviyeti nasıl şahsında telif edebildiğini görüyorum. Arabada S.A.’nın Mektup kitabı var; hem tanışma vesilesi hem de bir hediye olsun düşüncesiyle kitabı takdim ediyor ve S. Bey’in K. Dergisi için yaptığı söyleşileri hatırlatıyorum. Hoca hatırlıyor, yıllar sonra bu hatırlamaya vesile olan hediyeye de çok memnun olduğunu söylüyor. Bilahare A.G.’nın Fakülteden dönem arkadaşı olduğumu söylüyor. Ondan söz ederken, “kendisiyle hiç yüz yüze görüşemedik ama o nasıl bir insan!” diye bir şeyler söylüyor ama bunları söyleten şeylerin neler olduğunu anlatmıyor. Tabii, çocukları tanıştırıyorum, onlarla sohbet ediyor, özellikle Almanca bilmelerinden çok memnun oluyor. “İngilizce çok yüzeysel bir dil” diyor. İlim yapmak için Almanca’nın daha gerekli bir dil olduğunu söylüyor. Bundan sonra, unutmamak için, hatırıma gelen sözlerini doğrudan yazacağım. M.D.’ı çok sevdiği bir öğrencisi olarak hatırlıyor. Hâlâ irtibatları varmış. Hem çok kavga ederdik, hem de birbirimizi çok severdik, diyor. Kant’la ilgili bir ödev vermiş, “Baktım, M. ödevinde Miraç’tan bahsediyor, oğlum hiç Kant’ın yanında Hz. Peygamber’in adı zikredilir mi!” diye kızdım kendisine diyor. Benim Heidegger konusunda M.’le yaptığımız bazı tartışmaları aktarıyorum. Özellikle mesela “Armut”u hemen “Fakr” diye çevirmesinin ne derece tutarlı olabileceğini soruyorum. “Benim de M.’le anlaşamadığım konular bunlardı zaten” diyor. Bu konuşma nasıl gelişti hatırlamıyorum ama, mesela şunları konuştuk (yani bunları açıklayınca daha anlaşılır olabilir): Tabii felsefe yapmak için Platon’u, Kant’ı, Heidegger’i vesâireyi bilmek lazım. Bunları bilmeden felsefe yapılmaz. Bunları tanımamız da lazım. Ama bunlara kapılmamak gerekir. Özellikle Platon çok tehlikelidir. Biliyorsunuz, Platon öğrendiklerini Yunanistan’da öğrenmedi, en az dokuz yıl Mısır’daki rahiplerden ders aldı, o zaman orada Hz. Musa’dan arta kalan bir düşünce vardı. Ama Platon “logos”u kelam olarak kavrayıp felsefesine temel yapmakla logosun hakikatini değiştirdi ve saptırdı. Bizim bundan uzak durmamız lazım. Benim Heidegger, özellikle de Derrida’nın söz merkezcil (logoscentric) düşünceyi yapı söküme uğratmasının bir bakıma Platon’un yaptığı bu saptırmayı düzeltmeye yönelik bir çaba sayılamaz mı yönündeki (doğrusu bunu sordum ama nasıl sordum ben de bilmiyorum ama hoca benim perişan cümlelerimden meramımı anladı) sorum üzerine, “onlar böyle bir kavga yapıyor gibi görünürler ama aynı vasatta konuşurlar, dolayısıyla söz merkezci düşünceyi yıkıp sahih bir düşünce üretmeye kudretleri yoktur…” anlamında şeyler söyledi… Hatta burada mı oldu ama şöyle bir sorum oldu: Hocam, bizler gençliğimizde Wittgenstein’ı da böyle bir müjde taşıyor gibi düşünürdük, Tractatus’un sonundaki şüphesiz dile getirilemez olan vardır, o, mistik olandır, ancak insan konuşamadığı yerde susmalıdır derken (bir de bu cümleleri Almanca söylemek densizliğinde bulundum) bir öte var ama o öteyi bu dille ifade edemeyiz, ama asıl önemli olan o ötedir gibi anladığımızı, ama şimdi, sanki konuşamadığın konuda sus, ancak konuşabileceğin, pozitif alanın içinde kal şeklinde anlamaya eğilimli olduğumu söyleyince, Hoca, öyle olmasa bile, dedi, yani ötenin önemini inkar etmese de, onun ötesi ile bizim ötemiz aynı öte değil. Asla onların kelimelerini bizim dilimize tercüme etmemeliyiz. O farklı bir şeyi kastediyor…
“Peki, o zaman, biz nasibimiz varsa gelir diye bekleyecek miyiz?”
“Elbette, zaten biz Kalu Bela’da neyi istemişsek, şu anda nasip olarak onu yaşıyoruz…” diyor…
Karışık anlatıyorum, çünkü paramparça olup yer yer birleştiğimi hatırlıyorum.
“Benim Maya’da yapmaya çalıştığım (ama ben de yapamadım diyor) şeyi en az ikiyüzelli-üçyüz yıl önce yapmamız lazımdı” diyor.
Söz nasıl geldi hatırlamıyorum ama mesela diyorum, artık Fütuhat-ı Mekkiye’nin tamamı tercüme edildi, ben de anlamasam da okuyorum ama bu eserlerle nasıl muhatap olacağız gibi bir soru soruyorum,
“Acaba” diyor, “E.D. Fütuhat’ı anlamış mı da tercüme etmiş? Onu mesela Sadreddin Konevî anlar, ona konuşur, ama bizimle konuşur mu?” diyor.
Gönle düşen kelamla mayalanınca bu başka bir şey oluyor, bu okumak yazmakla olmuyor.
“Ben artık bir üniversite profesörü değil çiftçiyim. Bayağı bu işin ticaretini de öğrendim. Bu arada defalarca kazıklandım… Burada (tabii, marangozluğunu kendisinin yaptığı, taş işçiliğini köylerden getirttiği bazı işçilere yaptırdığı yaklaşık yirmi senelik bir ev, kartal yuvası gibi, aşağı doğru çok dik bir bahçesi var, burada da kasıt, bu bahçe, aşağı doğru uzuyor) incirimiz, zeytinimiz, biraz nar ve üzümümüz var diyor. Ama yaklaşık yirmi kilometre yukarıda bin metre rakımda dokuz dönümlük elma ve armut bahçelerimiz var, haftada iki gün oraya çıkıp orada çalışıyoruz…”
Edepsizlikten muhtemelen ama belki de az da olsa gazeteci merakı da vardır, şunu da sormadan edemiyorum:
“AY. Hoca, Portreler’de sizden uzun uzadıya bahsediyor (hoca bunu okumamış) hep övgü ve muhabbetle… Ancak birdenbire üniversiteden ayrılıp, kendisinin de dahil olduğu bu dost grubundan birden, sebebini anlayamadığı şekilde ilişkiyi kestiğinizi söylüyor…”
Önce çok uzun A.Y. E. Hocayı yücelten şeyler söylüyor : “Muazzam bir fizikçi ve matematikçi… C.A. gibi birinin yanında doktora yapabilen başkası var mıdır acaba? Çok zor bir adamdı, A. Hoca onun yanında doktora yapabilmiştir. Kendisi her yönden bir deryaydı. Danimarka ekolünden hazzetmediği için, benim doktora tezim hakkında onyedi sayfalık rapor hazırlamış, çok uzun çalışmış, bana düzeltme verdiler, haftada iki gün Hocayla çalışmama karar verildi, Eminönü vapuruna biner, Tahtakale’den yürüyerek yukarı çıkar, Fen Fakültesi’nde hocanın odasına giderdim. Her defasında ayağa kalkarak kapıya gelir, son derece güzel ve nezaketli kelimelerle karşılardı, hemen kahvemi söylerdi ve uzun uzun ve her konuda konuşurduk, her konuda alimdi, özellikle müzik konusunda da çok derin bilgisi vardı, Klasik Türk Musıkîsine çok hâkimdi, Batı müziğine de. Hatta coştuğu zaman öyle aryalar söylerdi ki, o zamanlar meşhur bir İtalyan soprano vardı (adını da söyledi ama unuttum, Benjamino olabilir) onu aratmayacak güzellikte bir İtalyanca ile baştan sona söylerdi… Sonuçta 9 ay çok yorucu çalışmalar yaptık ve tezimi tamamladım. Çok istifade edilmesi gereken bir insandı, atom fiziği, matematik ve teorik fizikte dünya çapındaydı… Benim tabii birdenbire ilişkimi kesmemle ilgili anlatabileceklerim var ama anlatamayacaklarım da var. Ama bunların hiçbiri, A.Y. Hoca’nın ne denli muhterem, yüce gönüllü bir insan ve âlim olduğu gerçeğini değiştirmez. Evet, burada yollarımız ayrıldı ama nasıl olsa ötede yollarımız birleşecektir…”
Eh bu kadar. Ya da ben bu kadar anlatabiliyorum.
Zeynep’e döndü sonra : “Resim okuduğunuz için, sizin mitoloji ile ilgilenmeniz çok yararlı olabilir. Özellikle Sanskritçe, Hint mitolojisi… Ama daha farklı ve rasyonel olsa da Yunan Mitolojisi de… Çünkü bunların arkasında çok önemli bir insan birikimi var. Bunlardan çok şey öğrenilebilir. Ama kapılmamak şartıyla…”
(Zeynep’in bir yıl Latin Diline gitmiş olması vesilesiyle bu konuya girdi. Latince’den ziyade Grekçe’ye girmenin daha isabetli olabileceğini söyledi)
Benim hala akademiyle bir ilgimin olması gerektiğini (katılmam gereken jüri görevinden hareketle) sordu, ben de kısaca 28 Şubatta atıldığımı sonra geri döndüğümü anlattım. H. H. Hocanın asistanı olduğumu söyledim. Hocanın, “hayatta en pratik şey teoridir” sözünü benim doktora tezimin önsözünde yazdığını söyleyince çok hoşlandı, tezimi görmek istediğini söyledi. Ben de ona Heidegger merakımın bu teze çalışırken nasıl ortaya çıktığını anlattım. Bu da hoşuna gitti. Hocaya yapılan fena muamelelerden söz ettim, benim atıldığım zamanlardan… İnsan olmanın herkesi birleştirmesi gerektiğini, bu topraklara böyle düşmanlıkların yakışmadığını söyledi. Bir doktora öğrencisinden söz etti ama ismini not etmedim, şimdi de hatırlamıyorum. Belli ki ona değer veriyor. Yazmaya da devam edecek, onu da çıkartıyorum söylediklerinden, vazife görüyor. Vazife deyince: A.Y. Hoca’nın Paris Kaymakamı’na geliyor söz… Çocuklara kaderden söz ederken. Hoca bunu okumamış ama hadisenin kendisini biliyor… İşte dedi, A. Hoca da vazifeli birisi, Erenler onu muhafaza etmiş… Bendeniz, edebiyat piyasasında çıkartılan yıllıklar, tarihler vs.de A.Y. Hocadan bahis olmadığını, ama kanaatime göre Hocanın aynı zamanda çok esaslı bir hikayeci olduğunu söylüyorum. Bunun üzerine, “ben hikâye kitabını okumadım ama muhakkak öyle olduğuna inanırım” diyor.
Ü.B.A.D’nında anlatılanları bir başkasının anlatamayacağını, o kitabın çok önemli bir kitap olduğunu söylüyor. Ben de bu vesileyle A. Hoca o dükkânın son müdavimlerinden, D. Hocanın son talebesidir diyorum. Bunun üzerine, “şimdi anlaşılıyor A. G. Beyin neden böyle bir insan olduğu” diyor. Elbette başka şeyler de konuştuk. Mesela Hoca A.D. ile M. D.’ı akraba bilirmiş, öyle değil ama iyi arkadaş olduklarını söyledim. Ne kadar ısrar ettimse de, merdivenleri bizimle çıktı ve arabaya kadar yolcu etti. Özellikle A. G.’a selam ve sevgilerini, saygılarını iletmemi istedi. S. Beye de… Şimdilik bu kadar yeter. Sabah yola çıkacağız…
Dönüşte geldiğimiz yoldan değil de bir daire çizerek devam ettiğimizde, ormanın kısmen yanmış olduğunu üzülerek görüyoruz.