Yaklaşık bir yıl aradan sonra okul dönüşlerinde adımlamak zorunda olduğum bulvarda yürüyorum. Köşe başındaki “Büfe Musti” ve karşısındaki plakçı hala arabesk ile Türk Pop Müziğini yarıştırıyor. Mahalle esnafı toplanmış yine dünkü derbi maçın kritiğini yapıyor. Sokak ortasındaki sabit simitçi yine önce yükselen sonra alçalan ve en son ne dediği anlaşılmayan bir sesle bağırıyor: “Simitler el yakıyor”. Manifaturacının kalfası dükkan önündeki tezgahı yavaş hareketlerle içeri alıyor. Mahallenin yetişkin kızları ve erkekleri ayrı ayrı köşelerde toplanmış, malum konuları konuşup gülüşüyor. Bir zamanlar evim-evimiz- dediğim ev görünüyor. Alışık olmadığım duygular sarıyor beni. Merdivenleri çıkarken sanki bir koşu yarışındaymışım gibi nefeslerim sesini yükseltiyor. Kapının üzerinde her zaman bir anahtar vardı ve yine yerindeydi. Nefesim normalleşti, heyecanım geçti, gözlerim mazinin anlamlı anlarına takıldı kaldı…..
Kapıyı açar açmaz gülen gözler birer birer: “Hoşgeldin Abi” derlerdi.
Akşama kadar sanki yılların hasreti birikirdi yüreğimizde. Her okul dönüşü yıllardır görüşmeyen dostlar gibi sarılırdık. Özlemlerimiz erirken, sevgilerimiz bir kat daha büyürdü. Ben evin sınıfça ve yaşça en büyüğü bir nevi babasıydım. Vakit akşama yakın olduğu için günün nöbetçisine: “kolay gelsin” der, yemek tecrübemle bir-iki talimat verirdim. Akşam olur, hazırlanan yemeği her gün annemizin gibi yemeği büyük bir iştahla yerdik.
Aslında yemeğin lezzeti biraz da sofra muhabbetinden ileri geliyordu. Bazen basit bir yemeğin iki saat sürdüğü olurdu. Yemek sonrası yürüyüşler.
İşte bir günün en zevkli dakikaları. Adımlarımızın oluşturduğu kafiyelerle
şehrin ana caddelerini her gün yeniden keşfederdik. Çok uzun yürüdüğümüzü bizi yalnız bırakan şehrin ışıklarından anlardık. Eve dönünce büyük bir azimle derse koyulurduk. Ama bu kararlılık her hangi bir sorunun anlaşılmayan bir noktasınca yerini monoton dakikalara bırakırdı. Süresiz mola. Hemen bir çay konulur, sonra ne zaman biteceği bilinmeyen bir geyik muhabbetine girilirdi.
Fatih, bugün yeniden nasıl aşık olduğunu anlatır, ama herkes sözlerine
güler geçerdi. Yasin, kopya ile bir dersi daha nasıl devirdiğini sanki olayı
yeniden yaşarmışcasına kendine has üslubuyla anlatırdı. Mutlu, konuyu
değiştirir ve kendi başarısızlığını bölümünün zorluğuna bağlayarak
senin mühendislik iyi benim ki daha iyi bir kör dövüşü başlatırdı. Yok
ceryancı, yok kazan tamircisi, yok amele gibi yakıştırmalar benim sesimi
yükseltmemle son bulurdu. Çaylar biter, muhabbet sıkmaya başlayınca,
sigara içenler tekrar dışarı çıkarlardı. Çünkü yılın başında konuştuğumuz
üzere evde sigara içmek yasaktı. Saatler diğer bir güne adım atmaya yakın herkes yorgunluğunu susturmak için yatağına giderdi. Ben ise genelde evde oluşan bu mecburi sessizlikten sonra ders çalışırdım. Günün sorumluluğunu üzerimden atmanın rahatlığı ile göz kapaklarımın isyanına kadar sürerdi bu çalışma.
Sabah olunca güneş doğmadan taze umutlarımız doğardı yeni günle.
Kahvaltılarımız akşam yemeklerimizden tartışmasız güzeldi. Çünkü
kahvaltı malzemelerini hazır alırdık. Kahvaltıdan sonra kısa bir süslenme
safhası.
Fatih, her sabah aynı bayat espriyi yapar: “Kahretsin bugün yine yakışıklıyım”. Yasin altta kalır mı? “Şu evin ikinci yakışıklısını hep merak etmişimdir”. Güle oynaya doğru okula, okul da değişik bir hayat bulmaya….
Bir yıl önce evin sahibi gibiyken şimdi bir yabancı gibi ürkek adımlarla eve giriyorum. Evdeki sessizlikten herkesin okulda olduğunu anlıyorum.
Koyu buzlu camlı kapıyı görünce Mustafa’nın tuvalette kalma rekorları geliyor aklıma. Ne şen şakrak biriydi. O’nun sebepsiz tebessümlerinden birinin ebedi suratımda kalmasını istemişimdir hep. Hafif bir endişeyle mutfağın kapısını aralıyorum. Kulpu bozuk bir tencere, Fatih’in bir yıl boyu kıvamını bir türlü tutturamadığı ve çoğunu kendisinin yediği pilavları hatırlatıyor bana. Gözüm lavaboya ilişince suçüstü yakalanmış gibi korkular sarıyor beni.
Bana göre bir yılın belki en utanç verici dakikaları gömülü orada. Rasgele söylediğim bir cümledeki hain bir kelime yüzünden , pişmanlığı beni derinden yakan ve sırf o hain kelime için dilediğim özürler, bu lavabo başında sicim gibi gözyaşlarıma eşlik eden hıçkırıklarım geliyor aklıma. Hafızam bir yıllık maziyi tararken kendimi balkonda buluyorum. Bazı geceler burada, Asımla uzun uzun sessizliğe gömülür gecenin sırlarını çalmaya çalışırdık.
Gökte en karanlık gecede bile bir yıldız, yerde en soğuk kış gününde bile köşedeki çöplüğü ziyaret eden bir köpek vardı. Sağa sola baka baka salona giriyorum. Yeni birkaç koltuk alınmış ama hiç yakışmamış. Bir bayanın yüzündeki fazla makyaj gibi sadeliği almış götürmüş. Panoda hala benim astığım yazılar duruyor. Bir zamanlar sayfaları arasında kendimizi bulduğumuz kitaplar tozlanmış. Bu odada bazen sanki bir önder gibi kararlı, bir alim gibi bilgili, bir şovmen gibi etkili konuşurdum. Onlar beni dinlerken, masal dinleyen çocuklar gibi şaşarak,coşarak, sözlerimi içercesine dinlerlerdi. Biz, sanki düşler ülkesinde, rüya çağlarındaydık.
Köşedeyim, bekliyorum. Yeşil ışık yanınca karşıya geçeceğim. Beş aydır inişine ve çıkışına alışamadığım Maçka Yokuşunu çıkacağım. Nefes nefese derse girip hazırlıksız ve öylesine günün akışına kendimi bırakacağım.
Tango öğrenen kızlarla, konuştukları kız ve futboldan başka bir şey olmayan erkekler arasında kendimi başka bir gezegenin insanı gibi hissediyorum. Günü eksik yaşama duygusu sürekli beynimi kemiriyor. Kendi hayat filmim de başkaları başrol oynuyor. Dahası yaşamaya gelince zorlanıyorum, her şey başkalaşıyor. Düşündükçe dünü bugünü hayat anlamını kayan bir yıldızın peşine bırakıyor.
Beni nasıl istiyorsa başkaları işte öyleyim şimdi.
Maçka 1997
Not: Bu yazı, aynı evde kalan birkaç üniversite öğrencisinin hayatından alınmıştır. Olayın yaşandığı şehir, şu an resimlerde solmuş bir gül gibi mahzun. Ne zaman ayağa kalkacaksın Sakarya.