İnceliği gelincikten, kekikten, nergisten, menekşeden… ve şu anda aklınıza hangi çiçekler gelmişse o çiçeklerden öğrenen kızlara çiçekler sayısınca teşekkür. Bahtları çiçekli olsun; gönülleri çiçek çıkarsın, dokundukları her yer Hızır eli değmişçesine çiçeklensin…

Çocukluğumda, “Hayat Bilgisi” dersinde neler öğrendiğimi düşünüyorum da, yahu Aycı, diyorum, bu bilgiler hazırlamadı seni hayata, yurdun yörenin, varsıllığın yoksulluğun, adabın erkânın yolu yaşamaktan, görmekten, ne bileyim üşümekten, ıslanmaktan, susuz kalmaktan, gülümsemekten, hıçkıra hıçkıra doyasıya ağlayabilmekten… ve sair insani halleri ne kadar yaşadığımızdan geçiyor… Yalnız bunlar değil elbette bizi hayatta bir bilgi sahibi kılan; hayatın bilgisine hazırlayan… Balığın halini bilmek için balık olmaya, kuşun sürdüğü sefayı sürmek için uçmaya gerek yok… Konumuz balık, serçe, kaplumbağa da değil zaten. Ne var ki sayıp söylediklerimiz bizim hayata dair bilgi sahibi olmamızdan azade değiller…

Şimdi, buraya kadar okuduklarımızı bir çırpıda unutalım ve şu plastik hayatın dışına çıkalım:

Karşımıza çıkan ve Allah rızası için bir ekmek parası isteyen ilk dilenciye, cebimizdeki cüzdanımızdaki bütün parayı vererek onu şaşırtalım, yüzündeki gülümsemeye yahut yerine göre istihzaya aldırmadan, gideceğimiz yere yaya gidelim.

Giderken, yalnızca karşılaştığımız insanlara değil karşımıza çıkan her canlıya; ağaca, kediye, köpeğe, fal kâğıtları çektirilen tavşana, kafesteki muhabbet kuşlarına, inadına şehri gıdıklamaya devam eden serçelere merhaba diyelim içimizden, onlar için esenlik dileyelim…

Yol üzerindeki en yaşlı ağacın gövdesini sıvazlayıp ondan, söylemeyeceğini bile bile neler görüp neler duyduğunu, en çetin kışın ve en kurak yazın hikâyesini soralım…

Bir çam ağacının yola uzanan dalını tutup kaç tane iğnesi olduğunu sayalım; sayarken elimize yürüyen karıncanın yolu üzerine iğne yaprak getirerek tekrar çama tırmanmasını sağlayalım.

Karşıdan kızları durdurup gayet sakin, “bayan, sahiden çok güzelsiniz, sizi bu kadar güzel yarattığı için Tanrıya teşekkür ederim” diyelim… O kızların güzel olmayanlarının bile bu sözden sonra nasıl güzelleştiklerine tanık olalım…

Aynı güne sıkıştırmayalım bunları canım; canımız istediğinde yapalım, canımızın istediğini yapalım, gün gün, günden güne yapalım.

Bir gün, hiç keşke demeyelim örneğin, pişmanlığa dair bir söz çıkmasın ağzımızdan… O gün gazete okumayalım, televizyon izlemeyelim, haber sitelerine şöyle de olsa bir göz atmayalım…

Bir gün, kentin en büyük mezarlığına gidip, giderken yanımıza üç beş fidan alarak öyle gidip, mezarlıktaki en mezarsız mezarın toprağına dikelim; bildiğimiz bütün duaları o bilmediğimiz merhum kişi için okuyalım… O mezarı buluncaya kadar gördüğümüz bütün mezarları selamlayalım… Kendi mezarımızda hangi otların çıkabileceğine dair fikir sahibi olalım…

Bir gün, kasaptan iki yüz elli gram ciğer alıp, aç olduğuna emin olduğumuz bir sokak kedisinin tenhada önüne bırakalım.

Bir gün fihristimizde kayıtlı bütün telefon numaralarını arayıp, çıkan her tanıdığımıza, merhaba, seni yalnız sesini duymak, sağlığını öğrenmek için aradım, hoşça kal, diyelim…

Diyelim bir gün kıra çıktık, ormanda dolaştık; yeşilin, sarının, kırmızının, mavinin kaç tonu olduğunu saymaya kalkalım, şaşırdığımız yerde yeniden başlayalım.

Bir gün bindiğimiz takside hesap tutarının beş katını taksiciye verip, kardeş, üstü kalsın, diyelim…

Bir gün dostlarımızla yediğimiz bir yemekten sonra, yemek bedelinden daha fazlasını garsona bahşiş verelim. Aynı şeyi sinemada lamba tutan çocuğa, tamirci çırağına, ekmek getiren bakkal yamağına da yapalım…

Bir gün, kendimize çocukken oynamak isteyip de bir türlü alamadığımız bir oyuncağı alalım, onunla çocuklarımızdan utanmadan oynayalım. Yahut çocuklarımıza oyuncak alırken kendimize de oyuncak alalım.

Bir gün bir trenin son vagonuna bir bilet alalım ve ilk vagonuna binelim; son vagona kadar her yolcuya, iyi yolculuklar dileyelim…

Bir gün rüyamızı hatırlamaya çalışalım, bir sonraki gün, bir sonraki gün, hemen her gün rüyamızı hatırlayalım, niye rüya göremediğimizi düşünmeye çalışalım…

Bir gün kendimizi zenci, bir gün Çinli, bir gün Kızılderili olarak hayal edelim…

Bir gün hiç aynaya bakmayalım…

Bir gün aynada gözlerimizin ne kadar derin olduğunu incelemeye çalışalım…

Bir gün beynimizde ne varsa çöp sepetine boşaltalım; kalbimizle baş başa kalalım…

Bir gün, köprü altında, ne bileyim bir başka yerde sızmış bir şarapçının yanına oturup uyanana kadar bekleyelim, uyandıktan sonra onu hamam götürüp bir güzel yıkattıralım, sonra karnını doyurup, bir derdi olup olmadığını soralım…

Bir gün, mendil satan bir çocuğun bütün mendillerini, çorap satan bir çocuğun bütün çoraplarını bir çırpıda satın alalım…

Bir hafta sonu ihtiyacımız olmadığı halde mendil satalım, çorap satalım, gerekli bağlantıyı sağlayıp simit satalım… Sattığımız simitle karnımızı doyuralım; burnumuz aktığında o mendillerden bir tanesi işe yarasın…

Bir gün yetiştirme yurduna gidip çocuklarla, huzur evine gidip yaşlılarla havadan sudan konuşalım. Çocukların gözlerinden öpelim, yaşlıların ellerinden öpelim…

Bir gün o kentteki bütün müzeleri gezelim; bin yıl sonra kurulacak müzelerde bizden hangi eser kalabileceğini hayal etmeye çalışalım…

Bir gün sekiz yüz sayfalık bir kitabı son satırına kadar okumadan dışarı çıkmayalım…

Bir gün mahallenin bütün çocuklarıyla gece yıldız saymaca oynayalım…

Bu bir günler bitmez kardeşlerim, bunlar vakitli ve varlıklı insan işidir de demeyin; bu satırların yazarı yoksulluğu iliklerine kadar yaşamış bir kardeşinizdir; bir çınarı kucaklamanın, bir ırmağa taş atmanın, debisini parmaklarınızla ölçmenin, aya selam vermenin, iyi ki doğdun güneş kardeş demenin bir ücreti de yoktur ayrıca… Herkesin varlığı da vakti de, gülümsemeye, esenlik dilemeye fazlasıyla yeter…

Bir gün sorulmadan söylemeyelim, az konuşalım, öz konuşalım, mümkünse söz orucu tutalım; hiçbir tartışmaya girmeyelim… Herkese, ama herkese mavi boncuk dağıtalım… Aman nazar değmesin!

Bir gün gülümseyerek ölelim kardeşlerim…