Bir delilik yapıyorum şu anda, siz kahvenizi içerken, ne bileyim gülümserken yeryüzüne, şapkanızdan özenle o keyif denilen neyse onu çıkarırken, ben, sözcüklerden deli bir albüm hazırlamakla meşgulüm. Her yazar, yazıyı tarz-ı hayat olarak gören her kalem sahibi delidir biraz. Başkaca izah, sahiden izah… İzah, delilerin değil, aptalların köprüsü…
Deli Dumrul’un deliliği susuz çaya köprü kurmasından çok, bir ağlama ayinindeki iç sızlamasından, ölüme karşı yalın duruşundan, ne bileyim o siyah saçlısına, beyaz tenlisine vurgunluğundan kaynaklanıyor desem yine köprüye gidersiniz…
Ortalama iki insan ömrü önce, Nietzsche üstadımız evinin önünde bir atın kıyasıya dövüldüğünü görünce öyle bir ağlayış bırakıyor ki yeryüzüne, o ağıtta, o ağlayışta ilk sürgünden bu yana bütün delilerin gözyaşının acılığı var… Durdurulamayan bir hıçkırık yağmuru…
Atımızı dövüyorlar ve ağlamıyoruz, ağlayamıyoruz kardeşlerim… Ağlamak, günden güne alınıyor bizden… Tortu bağlıyor içimiz. Gözeneklerimiz kapanıyor…
O “izafiyet teorisi” sahibi amcamızın resmine baktığında, aklım koptu diyor oğlum Irmak… Türkçenin uçsuz bucaksız yamaçlarından bir çığ kopuyor. Ürperiyorum… Deliliğimi bağışlayın, Van Gogh’u hatırlıyorum… Ressamın renklerindeki canlılık, o kirlenen yeryüzünü aslına çevirme çabası aklımızı kopartacak dinginlikte… Sarkan dildeki bilinçle mi yapıyor bunu dersiniz… Dili, parmak uçlarından sarkıyor ressamın… Yüzündeki kırmızılık kan değil, toprağın en delişmeni…
Hiç unutmam, lise bir öğrencisiydim, İskenderun Limanında aylık stajımı yapıyordum, Karayılan’dan gidiyordum limana, incir ağacına sağ ayak bileğine geçirilen bir halkadan bağlı, bir deli, bu başka bir deli, anadan üryan, Roma heykellerini andıran heybetli yapıda, aksamayan bir aralıkla göğsünü dövüyor, içimden ağlamak geçiyor, çocuklar, çakıl fırlatıyorlar gülüşerek delimize, içimden daha fazla ağlamak geçiyor, ağıttan atlar geçiyor, kadınlar geçiyor yandan, utandıklarını belli ederek adamın ayıp yerine göz ucuyla bakarak, içlerinden ne geçiyor bilmiyorum, içimden kamyonlar dolusu, gemiler dolusu, trenler dolusu ağlamak geçiyor… Birden, aniden, durup dururken, yani hiç beklenmeden başlayan yağmur evlere dağıtıyor çocukları ve kadınları. Bir ben kalıyorum yağmur altında şemsiyesiz. Deli, incir ağacını sallıyor yağmura yetişmek için. O göğsünü döven elleri uzanıyor ancak yağmura… Duyduğum en dokunaklı dua… Seyrettiğim en dokunaklı ayin…
Bir Ömer vardı, çocukluğumda… Yarı deli. Yüzünde, günışığı gülümseme… Tespih çeker, tütün içerdi. İçerken tütün, çekerken tespih gülümserdi. Kağızmanlı Hıfzı’nın “Sefil Baykuş”unu ince, süzülmüş bir sele söylerdi. “Bir koyun bir kuzu divana durdu/Yemez mi dağların kuşuyla kurdu/Turnam, yoksa seni avcı mı vurdu/Turnam teleklerin tellerin hani” Vurulan bir turnanın telleri, telekleri saçılırdı hayal dünyamın yazılarına. Yazı ve acı…
Sonra, Kozan’da gördüğüm zeytin ağacına bağlı bir deli delikanlı için cinlenmiş dedi bir kadın. Cinlere sordum, kadını iftira suçundan yargıladıklarını ama sonucun değişmediğini söylediler. Oğlan kadının oğluydu ve bir anne değil, uzak bir kadın hali vardı oğluna bakışında… Ağlamak alınmıştı ondan. Merhamet alınmıştı. Bir yük olarak görüyordu oğlunu.
Bir gün cin çağırma ayini yapalım kardeşlerim… Cinlerin en cinlenmiş olanlarını, en çarpılanlarını, en mecnunlarını, kopuklarını, kaçkınlarını, çıldırmış olanlarını çağıralım ve yüzleşelim onlarla; bakalım hangisi bir şairi, bir söz simyacısını, bir ressamı, hadi, hadi Van Gogh kadar olmasa da bir kaçık ressamı “mecnun” edecek kudrettedir desem, delirmenin vakti değil, olmaz dersiniz. Olmaz evet, olmazlığı cinlerden değil, delirmenin bize özgü bir insanlık hali olduğundandır…
Cin demişken, mecnunun cinle bağlantısı bizim yakıştırmamız… Yeri değil ama mecnunun aşkı da efsane… Boşuna demiyor şair, “Bende mecnundan füzun âşıklık istidadı var/Âşık-ı sadık benim mecnunun ancak adı var” diye…
Deli zeytine bağlı dedim ya, çağrışım işte… Acımsı bir tadı da var deli sözcüğünün… Ondan ki, aşılanmamış yabani zeytine deli sıfatını yakıştırmışız. Aşıladık; akıllandı güya… Onu bahçeye aldık, kuşattık; bahçeli, kentli bir tat…
Zeytin dediysem, sözün gelişi… Yoksa yeryüzünde, ayaklarımızı sedire uzatmadan önce, katranı tenekeye koymadan önce, suyu bidona doldurmadan, külü sabuna çevirmeden önce deli diline aşinaydık dünyanın… Dilini dilimize aşıladığımızdan, eşyanın da diline yabancılaşıyoruz günden güne…
Tanrım, ne deli akıyor şu ırmak; baraj yapalım. Bilmem kaç milyar kilovolt elektrik üretiriz, şu kadar istihdam yaratır, kablosundan trafosuna, bilmem neyinden bilmem daha neyine milli ekonomiye katkıda bulunuruz vesaire… Suyu da delirmekten kurtarırız böylece… Evcil kılarız onu, ehil, aklımızca…
İsmet Özel bağışlasın iyi ki, “delirmek hakkını elde bulundurmak” gibi bir lüksümüz var. Kaçmak için tımarhanenin açık bir kapısı her zaman…
