Kırk kez tövbe ettim yazıya; kırk kez tövbemi bozdum…
Yazmamak için kırk dereden su getirdim, getirdiğim sularda mürekkep rüyası gördüm. Suların kandırmadığı susuzluğumu yazıyla dindirmeye çalıştım; uykusuzluğumu yazıya dökmediğim hikayelerle… Yazsaydım “Kırk Vezir Hikayeleri” havadan-sudan kalırdı yanında; kırkla sınırlanamayacak gece hikayeleri okurdunuz geceler boyunca… Günaha girerdim…
Yine günaha girdim. Kırk yaşında yazmalıydım bu yazıyı, gelin görün ki kırkıma çıkacağıma dair ümidim yok. Kederin ve kırkın “k” ile başlamasından gayrı bir ortak noktası var mı, onu da bilmiyorum. Kırkına gelirsem Tanrım, yeniden doğacağım…
Yeniden doğmasam da, hele bir kırkına geleyim; artık vahiy mi alırım cinlerimden, şiirime tanrısal bir maya mı katarım; “saz”a mı dadanırım bilinmez. Nasıl olsa akıbetinde teneşire iki seksen uzanmak var. İki seksen de kırkın çoğalmış halidir icabında…
Kırkım çıktığında annem kaynattığı buğdaydan kırk taneyi sütüyle ezerek bana yedirmiş. Kırk kır çiçeğinden kırk dal, kırk renk, kırk koku katmış suyuma. Kırklamış; giyindirmiş, kuşandırmış, gezdirmiş. Kırk kadın kirpiklerini süzerek süzmüş esmer yüzümü. Ondan, tanış biliş olmasam da karşıma çıkan her adem oğluna, çiçeğe böceğe, ota ağaca selam verir, gülümserim… Ondan, her kadın bende bire kırk veren cömert sızılar bırakır…
Yanımda yöremde insanlar görürsünüz, bakmayın, hep yalnızlığa giderim, yalnızlık kapılarını açarım kimsenin bilmediği; kırk kapının ipini çekmek nedir bana sormayın… Yalnızlığım kılı kırk yararak bir elbise dokur şairi için. Bir o söyler, bir ben söylerim. Söz kızlarının kırkı karışır birbirine, saçları şiirden resimler yapar o kızlar, saçlarının dalgası şiirden de öte…
Sen kırklardan birisin dostum; yüreğin sekiz uçmak, gözyaşıyla damıttığın acılardan bir güzellik yontuyorsun kardeşlerin için; aşk kadından başlıyor biliyorsun, kadında bitmediğini de biliyorsun, ne var ki kırklara karıştığını, kırklardan biri olduğunu bilmiyorsun…
Çocukken, henüz babaannemin ilk mektep dediği okula gitmezken, kara önlük beyaz yaka sıradanlaşmamışken, sıradan saymaya başladığımda, yani rakamlar ağzımda olgun armut gibi dağılırken, birden kırka kadar saymayı öğrendiğimde, babaannem kırk bin kere maşallah, demişti. O kadar içtendi ki bu dua, yazıma, kalemime nazar değmiyorsa inanırım ki bundandır…
Kibirden saymazsanız bazen kendime kırk bir buçuk kere maşallah diyorum… Sonra şımarıyor muyum diye korkup, uslu dur çocuk diyorum, sen de abaya bürüneceksin.
İnsanlar kırk gün sürmeyen aşklar yaşıyor aşk denirse adına, kırk para etmeyen şarkılarla gönül eğlendiriyor. Ben ki yüzyıllardır siyah bir yangın içindeyim, sesten ırmaklar içinde yalnız bir gemiyim; tayfası da, kaptanı da, limanı da, denizi de benim. Nereye kuzey dersem pusulam o yönü gösteriyor… Nerede karaya çıkacağımı biliyorum…
Bıyığım yeni terlediğinde, damarlarımda ergen ırmaklar, engerek şaşkınlıklar dolaştığı zamanlarda çatlamış bir aynam vardı. Kırık bir tarak taşırdım yanımda. Sonra ayalarımı, parmaklarımı keşfettim. Aynayı ve tarağı gözü olana bıraktım. Gözümü gölgemin gözlerine dikerek asıldım hayata. Hayatın kırığı oldum; hayat kırığım oldu. Onun için kırk tarakta bezim yok. Bütün oyunların farkında olsam da çıkılmıyor ki çıkasın şu oyunun dışına!..
Öyleyse, diyorum kendime, bırak kendini kırkikindi yağmurlarına; yaşadığını hatırla! Kırkına merdiven dayayacaksın birkaç yıl sonra… Üstelik inanmıyorsun da kırka çıkacağına…
Kırk yıllık Kâni olduğumdan istesem de “Yâni” olamam… Kırk yıllık Yâni nasıl Kâni oluyor; onun değiştiğine nasıl inanıyor insanlar, anlayamıyorum. Ben de dalgınım demek ki, benim de yanmam, uyanmam gerekiyor. Tanrı isterse kırk günlük olsa bile Yâni, Kâni; Kâni, Yâni olur…
Bu adam kırkla kafayı bozmuş, tozutmuş, uçmuş demeyin, kırk yılın başında kırka dair bir yazı yazmışız; dil çıkarmış, dille oynamış, dili oynatmışız… Olan oldu. Ömrünüz taş çatlasa iki defa yeter, kırk yılda bir bulursunuz; kuyrukluyıldız gibidir bu yazı…
Yalnız yazarlar bilir yazının da bir düğün olduğunu. Düğün deyince aklınıza gelen masallardaki “kırk gün kırk gece” yazının azizliğidir. Kendini ayrık tutma ey okuyucu, sen de yazıdan yazgıdan, günahtan tövbeden, aşktan acıdan bir odasın; bir kırk ambarsın. Benim cümlelerimi senin çağrışımların tamamlıyor. Bu yazı benim değil senin.
Tövbe!…
(Yazı bitti, buraya kadar sabreden okuyucu bir şiiri hak ediyor. Elbette onu da kırkladım. M.A.)
40
ali’yi görmek için turnalar gibi kalbim
kırk alemi dolaşır gözlerim uyanmadan
kırk onulmaz yarası, kırk yüzü var kalbimin
ben çıkarım aynaya o görünür aynadan
nedense fark etmeyiz; iki kanat eksilir
herkes kendini arar; kırklara karışan kim?
biliriz, içimizden bunu bir ali bilir
sonra aynaya döner, aynada yüzü benim.
