Herkesten Sonra Gelen Emin Gürdamur’un ikinci öykü kitabı. On beş öykünün yer aldığı kitapta hikâyeye hâkim bir anlatıcının varlığı dikkat çekiyor. Gürdamur, her şeyden önce iyi bir anlatıcı. Dili kullanması, kelime seçimleri, ayrıntıyı verebilmesi onun öykücülüğünün öne çıkan yönleri.

İlk kitabını da beğenerek okumuş olmama rağmen ikinci kitabını daha çok sevdiğimi söylemeliyim. Atları Uçuruma Sürmek’te şiirsel bir dille oluşturulmuş uzun cümleler ve betimlemeler varken ikinci kitapta dil daha çok anlatmaya odaklanmış. Böyle olunca hikâye biraz daha öne çıkıyor, okur öykü evrenine rahatlıkla girebiliyor. Ayrıca ilk kitapta öykülerin birbirine benzerliği fazla iken bu kitapta anlatıcı çeşitliliği kitabı zenginleştirmiş. Birinci, ikinci ve üçüncü tekil anlatıcılar her öyküye farklı pencereden yaklaşılmasını sağlıyor. Bunun yanında gerçekçi, büyülü gerçekçi öykülerle birlikte bilinç akışı, monolog tekniklerinin kullanılması metnin zenginliğini artırıyor.

Günümüz öyküsünde genelde birinci tekil anlatıcının hâkim olduğunu düşünürsek yazarın bütün akış açıları kullanması öyküye olumlu bir katkı yapıyor. İlk öyküde sen anlatıcı, ikinci öyküde üçüncü tekil anlatıcı, üçüncü öyküde birinci tekil anlatıcı sahne alıyor. Kitap boyunca böyle bir sıralama yok ancak ara ara farklı bakış açılarına geçip okuru etkileyecek anlatıcı kiplerini seçmeyi başarıyor. Bu yüzden şöyle söylemek mümkün sanırım. Gürdamur, öykü kişilerine fazla yaklaşmadan, onları belli bir mesafeden ele almayı tercih ediyor. Birinci tekil anlatıcılarda bile karakter gözümüze batmıyor, laf kalabalığı yapmıyor. Böyle olunca anlatılmak istenene biraz daha odaklanma imkânı buluyor okur.

Anlatılan ne peki? Öykülerin ortak noktası var mı? “Cazu” öyküsünü dışarıda tutarak söylersek evet, öykülerin ortak bir noktası var: Yenilmiş, hakikati arayan, hayatın dışında kalmış kimseler. Böyle söyleyince basit, bildiğimiz sıradan konular gibi gelebilir; öyle değil. Aslında bireyin öyküye girişinden bu yana, yani modern öykünün ortak konusu olan yenilmişlik, yalnızlık, dışarıda kalmışlık gibi konular her zaman anlatılmış ve anlatılmaya da devam etmektedir. Yayımlanan öykülerin genelini farklı anlatım şekilleriyle bu konular oluşturur. İş yazarın eline kalmıştır. Yazar gördüğünü, duyduğunu, algıladığını maharetiyle yazıya geçirir. Gürdamur ise daha çok “kendi gerçekliğini” kaybeden insanlara odaklanır. Bu, basit anlamda tutunamamak değil de kendini gerçekleştirememiş, hayat elinden kayıp giderken dışarıda kalmış, bir karar vermiş ama başarılı olamamış; biraz aciz, biraz hüzünlü tipleri ele alır yazar. “Şair ve Sinek” öyküsündeki şu cümle ne demek istediğimi anlatmaktadır kanaatimce: “Bana gerçeğimi ver Allah’ım, dedi şair. Yürümeye, sendelemeye, dizlerinin üstüne düşüp kalkmaya devam ederken, bana hüzün ver Allah’ım, dedi. Bütün evler onların olsun, bana evsizliği ver. Kendi evsizliğimi. Yola çıkarkenki yoksunluğumu.(s.39)” Hiç bitiremediği şiirinde büyülü çağrışımları yakamaya çalışan şair hayatının gerçekliğini arar. Bir noktada yaşamını devam ettirmeye yetecek bir güç, anlamsızlıktan sıyrılarak tutunacak bir dal ister. Kendine karşı sayısını unuttuğu mağlubiyetler yaşasa da kayıplarını telafi etmenin yollarını arar. Bu yüzden “Şiir onun kayıp rüyalarının adıdır.(s.37)”

İnsanın en büyük ihtiyacı kendini gerçekleştirmektir. Fiziksel ve güvenlik ihtiyaçları hayatı devam ettirmek için bir dış güç iken kendini gerçekleştirmek, kendi olmaktan mutlu olmak yaşamın iç (itici) gücüdür. İnsan dışa karşı bir mücadelenin içine girebilir ancak kendi içiyle, kendi sesiyle mücadele etmek kolay değildir. Yılgınlık, umutsuzluk, kaybediş daha çok iç gerçekliği yitirince oluşur. Gürdamur, en çok bu yitirişi dile getirir. “Burhan” öyküsünde karakter, okumuş, hayatı görmüş geçirmiş biridir ancak belki karakter olarak belki yaşadıklarından mütevellit ‘akıllı adam’ olarak değerlendirilmez. Burhan da kendi gerçekliğini yitirmiş kişidir. Maddi kayıplar yaşamış olsa da onu içinde bulunduğu duruma sokan şey doğru ile yanlış arasında kalmasıdır. “Diyor ki zamanında neye çok sarıldıysak hepsi kayıp gitti elimizden. Kayıp giden nedir Burhan? Bilmiyorum diyor. Yitenlerin hangisi hakikat hangisi safsata onu da bilmiyorum. (s.44)” İnsan umudu olduğu sürece kayıpları telafi edebilir ya da en azından bunun için mücadele eder ama hakikatini kaybettiğinde, Burhan gibi boşlukta kalır ve günün birinde yok olup gider.

Kişi hata yapar elbette, fakat onu hatalar değil düşünceler ve hisleri yıkar. “Yıkım İşleri A.Ş.”de benlik algısının nasıl işlediğini, insanın kendisiyle nasıl uğraştığını da görürüz. “Gençtik ve ilk insandan bu yana atılmış bütün adımları yeniden atmak, yapılan hataları tekrardan yapmak istiyorduk.(s.25)”der öykü kişisi. Hepimiz zaman zaman farklı duygular yaşıyor, farklı şeyler düşünüyoruz. Elbette zıtlıkları da içimizde barındırıyoruz. Fakat bu zıtlıklar gel-git şeklinde olmaya başlarsa bölünmüş kişilik gibi uç sorunları da beraberinde getirir. Gürdamur bu durumu iyi yansıtır öykülerinde. İnsan psikolojisinin bütün yönlerini kavrar ve bunu hissettirir okura. Kitaba da ismini veren ilk öyküde bu psikolojiyi düşüş metaforuyla kullanır. “Ademin düşüşüyle başlayan hayatı gördüm.(s.11)” diyen anlatıcının tutunacak bir dala ihtiyacı vardır. Bu dal bazen karşı cins olur, bazen din düşünceleri, bazen de kişiliğin farklı yönleri. “Pusu” öyküsünde “Ben kendimi sokaktan eve getirdim, onu değil (s.52)” diyen öykü kişisi de kendisini arar. Yönelme karşı tarafa değil kendinedir, çünkü gerçekleştirmek istediği şey içsel gerçekliktir. Yine aynı öyküdeki şu cümle insanın ne kadar önemli olduğunu vurgular: “Yere düşen ekmeği alıp öpmesi kolay, insanı alıp koy bakalım.(s.51)”

Emin Gürdamur iyi bir anlatıcıdır; öykülerini göstermekten ziyade anlatarak var ederr. Bu yüzden sıfatları, benzetmeleri yerinde kullanır. Ayrıntı seçimi, detaylar, kelime tercihleri, dil işçiliği konuya dikkatini gösterir. Cümleler uzun olsa da okuru yormaz. Özellikle betimlerdeki dilin sağlamlığı kendini belli eder. Bazen de spot cümlelerle vurucu etkiyi artırmayı hedefler. “Çalışılmış mısralarla dişlerini sivriltiyor şairler.(s.9)” “Bir rüyadan diğerine sıçrayan kadınlar ölmezler.(s.47)” Buna benzer cümleleri fazlaca görmek mümkün.
Gürdamur, öykülerinde bakış açısı çeşitliliği kadar bütün anlatı imkânlarından da yararlanır. Büyülü gerçekçiliği, rüya dilini, masalsı anlatım tekniğini başarılı bir şekilde kullanır. “Cazu” öyküsü büyülü gerçekçiliğin en güzel kullanıldığı öyküdür. Yer yer masalsı bir anlatımla bize ait bir hikâye anlatılır. Büyülü gerçekçiliği besleyen bir diğer unsur ise rüyadır. “Şair ve Sinek” öyküsünde de rüyadan faydalanır Gürdamur. Bilinç akışı ve rüya iç içe geçer öyküde. Anlatı imkânıyla dikkat çeken bir diğer öykü ise “Burhan”dır. Konuşma diliyle yazılmış ve monolog şeklinde ilerleyen kitaptaki en ritmik öyküdür diyebiliriz buna.

Sonuç olarak, Herkesten Sonra Gelen kendi gerçekliğini arayanların öyküsü. Yolda olan, yolların menzillerden daha değerli olduğunu bilen kişilerin seveceği türden öyküler.

%d blogcu bunu beğendi: