O günkü talihime deliler gibi dolaşmak ve kahrolmak yazılmıştı. Başım alıp dağa vurayım istedim, olmadı. Mümkün müydü bu, tek başına? Zordu. Cesaret isterdi. Gel gel edip dursa da, salmadı Bursa… Gidemedim Uludağ yamaçlarından yukarılara …
Bunun yerine, şehirde dolaşmayı, dağa çıkmak kadar olmasa da cesaret isteyen bir başka işi seçtim. Şehirde dolaşmanın cesaret isteyişi de nereden çıktı diyenler, heyhat, yeni tarz eşkiya nereye otağ kurdu sanırsınız?!
Hayır hayır, şimdi, eski ile yeri eşkıya mekânları arasında muhakeme yapmanın sırası değil. Üstelik, yaptığım tercihte ve o gün benim başımdan geçenlerde eşkiyanın hiç de etkin bir rolü yoktu diyebilirim: Kaderim öyleydi. Şehri adımlamam ve bazı lüzumsuzluklara tanık olmam uygun görülmüştü. Sonuçta sadece teslim olmuştum…
Bu teslimiyet içinde, nerelere niçin ayak bastım, hangi ara sokaklardan, ana alanlardan geçtim, hepsini hatırlamıyorum.
Bir miktarını ise, evet, hatırlıyorum. Burada anlatacaklarım onlardır:
Yürüyorum:
“Saçlarını tarayıp cami boyu yürüyor.”
Anlatacağım hayat parçacıkları ilginç olmayabilir:
İşlek bir sokağa tezgahını kuran korsan kitap satıcısının sözleri sözgelimi…
Önce benim bir sorum:
“O. P.’un ‘Öteki Renkler’i var mı?”
Korsan adam, Karslı. Karslı ve öfkeli. Daha önceden de muhabbetimizin olması, öfkesini dindirmeye yetmiyor. Şükür ki öfkesi bana yönelik değil. Açıyor ağzını, gözü yumulmuş… Gelsin kalay, gitsin küfür… Balyozlar, külüngler…
“Satmıyorum o nâ-şerifin kitaplarını!.. Bu tezgâha giremez o alçak!.. ‘Kar’ ile Kars’ı mahvetti o hırsızoğlu hırsız!.. Karslılarla alay etti denîlik uşağı!.. Kars hiç bu kadar alçaltılmamıştı bu yazar bozuntusuna gelinceye kadar!..”
Susmak zorunda değilim. Fakat yapabileceğim bir şey de neredeyse yok.
Konuşuyor Karslı korsan. Konuştukça rahatlıyor. Rahatladıkça gevşiyor. O gevşeyince, bana gün doğuyor, ‘Kar’ın falanca gazetecinin filanca eserinden çalınmış bir ‘sözde roman’ olduğu iddiasını da işittikten sonra oradan uçarak ayrılıyorum… Karslı korsanın sözlerini bir an önce unutmak istek ve düşüncesiyle, tekrar ara yollara gölge düşürüyorum.
“Cami boyu yürüyor.”
Postaneye girip memurları izliyorum. Sadece izliyorum. Postaya bir şey vermeyeceğim: Ne mektup, ne koli, ne şu, ne bu… Tek derdim, memur seyri. Onların öfkelerini gözlemek istiyorum. Siz buna, “Gülünç!” diyebilirsiniz. Varın ki dediniz. Ne geçti elinize? Sadece dediniz. Üstelik, orada bir asık suratlıdan azar işitsem de:
Hergele şöyle dedi, orada dikilip de kendilerini seyre dalmış olan bendenize:
“Hop, ne bakıp duruyon lan orda!”
Ne mi dedim? Hiç! Ne mi yaptım? Hiç!
İt ürüdü, kervan yürüdü. Gözümü dahi çevirmeden, seyrimi sürdürdüm. Suratını çatık kaş kılan hergele de üstelemedi zaten. Çok değil, beş on dakika sonra da alıp ayaklarımı, yola ömür verdim…
Şehrin karanlık bir yerindeydim şimdi. Kitapçılar çarşısına inivermişim. Yeni çıkan edebiyat dergilerini inceledim. Bulanık ve kısırlaştırıcı manzumelerle karşılaştım. Bunlardan tat alınmayacağı için, orada duramadım, hızla uzaklaştım.
Kalabalıklara girip, yalnızlıklardan çıktım.
“Hacdan dönüyor sanki bembeyaz yelkenleri”
Eve yöneldim artık. Kale’me, sığınağıma, korunağıma…
Meşhur otoparkçı “Kaya Pervane”nin ismi yazılı tabelanın önüne geldiğimde, evime elli adım kalmıştı. Gününüm mührü burada vuruldu:
Bakın işte, karşımdan iki insan geliyor: Biri otuzlu yaşlarında bir Kemalpaşa tatlıcısı… Öteki, sekiz on yaşlarında anasının kör gözü bir çocuk…
Kemalpaşa tatlıcısı bağırıyor:
“Hakikî Kemalpaşa tatlısı bunlar! Hakikî tatlı bunlar!…”
Çocuk onu kızdıracak, itiraz ediyor, muzip, yavaş:
“Nereden bilelim? İspatla, haydi ispatla!..”
Kemalpaşa tatlıcısı bağırıyor:
“Haydi, burada, taze bunlar, taze bunlar!..”
Çocuk onu kızdıracak, üstelik parası da yok, fakat fiyat soruyor:
“Beş yüze olur mu amca, hadi beş yüze?…”
Kemalpaşa tatlıcısı avaz avaz, bütün mahalleye:
“Bir milyon! Bir milyon! Taze Kemalpaşa, haydi bir milyon!”
Çocuk hâlâ muzip, sürekli alaycı, dilindeki çomağı hepten tekere sokuyor. Tatlıcının elindeki paketlere vurup kaçıyor.
Kemalpaşa tatlıcısı yerden paketleri toplarken, bir şey demiyor, diyemiyor, dese ne olacak?!.
Ben başımı öne indirip kalan elli adımı atmanın zorluğunu düşünüyorum.
Kendimi sokak sokak gezerek satış yapmak zorunda kalan gerçek Kemalpaşa tatlıcısının yerine koyuyorum. Bu arada, yukarıda, şehre otağ kurduğunu belirttiğim eşkıyayla özdeşleşen ve dahi adları sahtekâr sıfatıyla sıkça anılan Kemalpaşa tatlıcısı kara gürültü gürûhunu düşünüyorum. Gerçek Kemalpaşa tatlıcıları ile bu sahtekârlar arasındaki farkı teraziye koyunca, ürperiyorum.
“Bembeyaz yelkenleri”
Sonuç olarak, acı çekenlere hediyem olsun diye, yaşanmamış bir günümü yansıtan bu yazımın başlığını “Canı Sıkkın Bir Kaldırım Mühendisinin Pür-Melâl Hâli” yerine, “Kemalpaşa Tatlıcısının Acı Bir Ânı” olarak seçiyorum.
Aşağıdaki şiir de onun bu acı ânından mülhem olarak kayda geçirilmiştir:
ŞİİR:
“Saçlarını tarayıp cami boyu yürüyor
Cami boyu yürüyor
Hacdan dönüyor sanki bembeyaz yelkenleri
Bembeyaz yelkenleri
Sırılsıklam terlemiş can veriyor çok belli
Can veriyor çok belli
Ömür geçip gidiyor tükenmiyor can havli
Tükenmiyor can havli…”