Birçok kedimiz oldu. Her ikisinde de ailenin yaz-kış iki parça kaldığı yazlık ve kışlık evimizin kedisi eksik olmadı. Severdim onları. Çocukları ciddiye olmayan, pas vermeyen bir ciddiyetleri vardı onların. Yumakla, bir ip parçasıyla yahut daha çok meşe kovuklarında yaşayan canlı fındık fareleriyle oynarken daha bir cilveli, işveli, oynak hal alırlardı.
Her kedinin mizacı da farklıydı elbette. Kimi daha ağırbaşlı, kendinden emin, vakur bir portre çizerdi, aç olsa bile miyavlamadan sokulurdu sofranın kenarına. Kimi, her fırsatta cıyaklamayı, af buyurun, miyavlamayı marifet sayardı.
Sahiden süt dökenler de vardı aralarında. Kapalı/kapaklı tencerenin kapağını açıp bıyıklarını yemeğe daldıranlar da. Kapalı kapıyı ön ayaklarıyla açma ustası kediler de tanıdım.
Dişi kedilerimiz, mevsimi geldiğinde türlü renkte çoğalır, yavrularının bir kaçını birden emzirir, onlara dokununca hırçınlaşırlardı. Ellerimizin çizildiği çok olmuştur bu durumlarda. Çocuk kediler de can atardı bizimle oynamak için. Bu oyunun onlara pahalıya mal olduğu da olurdu.
Örneğin, kedinin nasıl dört ayak üstüne düştüğünü test etmek işimizdi. Ensesinden yakaladığınız kediyi, o ahşap merdivenlerden dam başına çıkarırdınız. İlk çıkarmaysa bu kedicik olayın henüz farkında değildir. Sonra saçaktan sarkıtır, boşluğa bırakırsınız. Bir şey olmaz. Ne var ki kedinin bu oyunu pek sevdiği söylenemez.
Alt damla birlikte, iki katlı evimizin arkasından geçen yol seçilirdi kedi atma mekanı olarak. Dört ayak üstüne düşmese de, yüzüstü de düşmezdi kedicik. İlk şaşkınlıktan sonra şöyle bir silkelenir, tuhaf bir bakış fırlatarak olay yerini terk ederdi. O damdan düşmelerden bir iz, bir arıza kalmazdı kedide, ne var ki bu oyunu ikinci kez oynamanız biraz zordu. Merdivenlere tırmanmaya başladığınızda, kucağınızdaki kedi, sizi sarsacak bir kuvvetle, bazen dişlerinin, bazen tırnaklarının yardımıyla bu oyundan caymasını bilirdi.
Yavrular ne güne duruyor? Bunu iyi akıl etmedik. Bu ilk günahlardan biridir ve henüz dört ayak üstüne düşmesini bilmeyen yavru kedi, içgüdüsel olarak dört ayak üstüne düşmeye çalışsa da, deneyimsizliğinden olacak, ayağının aksamasından, burnunun kanamasından kurtulamaz.
Ya ölen yavruya ne demeli. Ömer Seyfettin’in ilk günahı gibi olacak ama, Tanrı çocuğu affeder, hanemizde öyle bir günah yazılı durmaktadır. Üstelik o yaşta içimiz sızlamıştır da. Ateşten bir kedi geçmiştir kalbimizin damarlarından…
Damdan atıldıktan sonra ölen yavrunun annesi, yavrucuğunun başında miyavlayarak ağlamıştır. Yavruya, bahçenin kenarında, ekşi nar ağacının dibinde bir mezar kazdım, dere kenarından “çay taşı” getirdim mezarına… Fatiha da okudum galiba…
Herkesin kedisi yoktu elbette ama, kedisiz ev de bir elin parmakları kadar azdı. Çoğunda erkek kedi bulunurdu ev kedisi olarak. Enikleyince kedimiz, yavrulara talip çıkardı. Yavru sütten kesilecek kadar büyüdü ya, söz verilen komşu gelir, onu severek, okşayarak yeni evine götürürdü. O evin çocukları için ne bayram!…
Bir de farkına vardığım, kız çocukları yavru kedileri müşfik severken, erkek çocuklar hoyrat sever, canını acıtırdı kediciklerin…
Bunlar neyse de, ilk kente geldiğimde, çöplerde, orada burada, sahipsiz sokak kedilerini görmem bir hayal kırıklığı olmuştur benim için. Ev dediğin kedili olmalıydı ve kedi dediğin evde olmalıydı. Sahipli olmalıydı. Ona süt veren, sofraya konuk eden, onu seven, yumakla, fındık faresiyle oynamasını seyretmekten keyif alan birileri olmalıydı.
Kedi dediğin yerine göre damdan atılmalıydı.
Yavruları ilk göz koyan kedisiz komşuya verilmeli, komşu çocukları da sevindirilmeliydi. Kedinin sokakta, hele çöp bidonlarında ser sefil halde ne işi vardı. Kedi bu kadar bakımsız, bu kadar zayıf, bu kadar pis olur muydu Allah aşkına…
Sonra?
Sonrasını bilirsiniz… Görmüşsünüzdür…
En çok acıtan da, asfalta yapışan kedi cesetleri. Sürüler halinde dolaşan çöpçü kediler…
Hatırladım; “Güz” adlı şiirimde (Mor Kitap, 1997) başka bir bağlamda anlatmıştım bir ev kedisindeki yozlaşmayı. O da acı tabii. Ey okuyucu affına sığınıyorum:
(kedim benim, akrabam
oğlumla kitaplarda görüyor fareleri
ve sobanın bir sığınak olduğunu bilmiyor
pembe dizi seyretmekten birazcık yorulunca
henüz örülmekte olan dantelâ bulamıyor
katıksız bir soylu gibi kuruluyor koltuğa
dışarda hemcinsleri yağmurda ıslanırken
ya da bayat ekmekleri bölüşürken usulca
o emin ve gururlu
klasik miyavlıyor
arnavutciğeri yiyor porselen tabağından
kavuniçi nakışlı küçük bir cam kâseden
bıyığının şeklini bozmadan sulanıyor
masadaki aynada kendini seyrederken
oğlumun kitabındaki resimleri düşünüp
yıpranmamış bir zeus olduğunu sanıyor
bilmiyor sevişmenin nasıl şey olduğunu
ekranda iki üçgen birbirine girerken
hayretten bir kasılmayla biraz irkilse bile
boş verip seriliyor koyu bir sessizliğe
mırıldanmak denen o güzel şeyi unutmuş
yaşamaktan savaşmaktan sevişmekten habersiz
mesai saatlerine ayarlı uyanması
yatması konuşması
kedim benim
akrabam )