Gökyüzünde sayısız melek var. Kar, o meleklerin parmaklarından yağar yeryüzüne. Narin mi narin, şeffaf mı şeffaf parmaklar, koparırlar gökyüzünden kar tanelerini… Belki de, ondan benzemez birbirine kar taneleri. Meleklerin parmak izlerini taşırlar yeryüzüne… Safça, çocukça, güzel, alabildiğine masalımsı… Kar gibi bir şey.
Bir şenlik için beklersiniz karın yağmasını…
Arabanıza kar lastiği alırsınız. Zincir bulundurursunuz bagajda karlı yolculuklar için.
Çocuklarınızla çıkar, bir nefeste kardan adam yaparsınız, burnuna havuç, gözlerine zeytin, boynuna atkı… Sonra, sıcak duş alıp, kardan adam yapmanın keyfini yaşadığınızı sanırsınız. Kışlık, karda kaymayan spor ayakkabılarınız vardır.
Kartopu oynarsınız yalancıktan…
Kayak yapmaya gidersinsiniz, mevsimidir diye; hoş, kar yağmadan karlı dağlara kayağa gittiğiniz de olur. Kayarsınız, otelinizin sıcacık odasına dönersiniz.
Yollarınız kardan kapanmaz sizin… Dönüşünüz garantidir; öyle bir güvenceyle çıkarsınız yola.
Bir karış kar yağsa hayatınız felç olur kentte. Arabalar kaza yapar, okullar tatil olur, remi dairelerde iş savsaklanır, kornalar, üzerinize sıçrayan karla karışık kentin kirli suları, şapkalar, atkılar, şemsiyeler, yorgunluklar… Üstüne üstlük kirlenen kar… Kar, şehri teslim aldı dersiniz.
Öyle ya, dersimiz kar.
Yağar da yağar…
Bakın, alabildiğince doğal bir durumdan bahsediyorum. Örneğin, “pencereden kar geliyor” türküsünden, ne bileyim “kar yağar bardan bardan/yollar kapandı kardan” türküsünden filan söz etmiyorum. Karda gezip izinizi belli etmemeniz konumuz dışında. Kara damlayan kandan estetik çağrışımlar çıkarma peşinde değilim. “Kara basma iz olur”u da söylemiyorum… Ağustos’ta feleğin başımıza yağdırdığı kar da uzakta… “Kar mı yağmış yüce dağlar başına” diye, Neşet ağabey gibi uzun hava da çekmiyorum. Kardan, şu bildiğiniz, arada bir kentinizi yoklayıp geçen, hayatınızı felç eden kardan bahsediyorum.
Hazırlıklısınızdır.
Hamsinin kar düşmüşünün makbul olduğunu siz söylüyorsunuz. Marketten kestane alırsınız, sobanız yoktur ama olsun, bir çaresi de mi yok. Pencereden seyredersiniz karı, elinizde… Çocuklarınıza karlı masallar anlatmayı da unutmuşsunuzdur. Kar, sizce yalnızca kardır; neyinize…
…
Karın bir şarkısı vardır oysa bir sesi vardır… Sonsuz, beyaz, dinlendiren, sizi içinizde uzun yolculuklara çıkarana bir şarkısı…
“Havada turna sesi var” diyor ya efe, havada kar sesi var dersiniz…
Kara karışırsınız o zaman, karla yağar, karla erirsiniz… Ruhunuzdan kardelen çiçekleri çıkar, kar çiçeği, bir tuhaf ıtırlıdır onlar, özellikle sarı renkte olanları… Bir demet taze kar çiçeği… Hayat diye sığındığımız güzelliğin tarifi bu olmalı…
Kar suyunun da kendisine özgü bir tadı vardır…
Erimeye başladığında, toprak alacalı bulacalı açılmaya başladığında, doğanın nefesi yüzünüz yalar. Yeni doğan, henüz kundağa sarılmamış bir çocuğun tütmesi gibi tüter yeryüzü… Kardan sonra toprak yeniden doğar…
…
Bir gün karlı bir havada bir kafile yola çıktık. Kar diz boyu, göbek boyu, adam boyu. Tanrım nasıl yağıyor, nasıl iniyor yeryüzüne. Kar aydınlığı değil, griye çalan bir kar karanlığı. Göz gözü görmüyor. Yürüyoruz. Her yanımız kar. Yol, iz belli değil. Kar yalnız üstümüze değil, içimize de yağıyor. Üşüme korkusu, yol kaybetme korkusu, karda kalma korkusu… Bir yol buluyoruz… Bir iz. Sevinçliyiz. Ümidimiz var. Bu yol bir durağa, ne bileyim, tütün tüten bir yere çıkaracak bizi. Yürüyoruz. Bulduğumuz izden ümitle inançla sabırla saatlerce yürüyoruz. Kardan bir kafile olarak yürüyoruz. Kardan kadınlar, kardan çocuklar, kardan kadınlar… Çocuklar yorulunca bir müddet sırtımıza alıyoruz onları. Sonra, hareketsizlikten donarlar diye uyandırıp tekrar yürütüyoruz. Göz gözü görmüyor. Bir iz, yola benzer bir şey var doğru. O yolu belli ederek, açarak, birbirimizin ayak izleri arasını da düzleyerek yürüyoruz. Yürümekten yorulana kadar yürüyoruz. Yorulunca da yürüyoruz. Kar dinmek bilmiyor. Ancak önümüzü, önümüzdeki yola benzer o izi görebiliyoruz. O iz çıkaracak bizi bir yerlere… Saatlerimiz olmasa günün tükendiğinin, sonra akşamın bastırdığının, sonra gecenin gelip çattığının farkında olmayacağız. Dünya bir kafileden ve serapa kardan ibaret… Yorgunlukla birlikte uyku da bastırıyor üstelik… İçimizde ayakta uyuklayarak kafileye ayak uyduranlar var. Birbirimizden kopmamaya çalışarak yürüyoruz. Zihnimiz, varlığımız, adımlarımız önümüzdeki o yolumsu, o izimsi yere odaklı… Ne zaman varacağımızı bilmiyoruz. Yorgunluk ve uyku karla karışık yağıyor üstümüze… Sonra kar gibi, sonra kardan yoğun… Biraz dinlenmeye kalksak o izi, o yolu kaybetmekten korkuyoruz. Kardan hayaletler gibiyiz. Yürüyoruz. İçimizden karlı rüyalar, karlı ölümler, karlı yolda kalmışlıklar geçiyor. O geçitleri kapatıp yine yürüyoruz. Birbirimize bir adımlık mesafede, biraz da kafile olmamızın güveniyle yürüyoruz. Uyku bastırıyor. Yorgunluk… Üşümemiz geçiyor nedense… Uyku yağışını artırıyor… Yorgunlukla karışık uyku, kar, aynı kar. Hatta daha hızlı, daha iri yağıyor… Sonra…
Biz değil miyiz, böylesine karlı bir ortamda kendi yaptığımız izi sahiden bizi bir yere çıkaracak yol sanıp, günlerce bir daire etrafında dönüp duran… Karda bir kafilenin kendi izinde günlerce dönüp durması… O yol nereye çıkarıyor bizi demiyorum. Artık yol da, iz de, kafile de, yorgunluk da, ümit de kayıp çünkü… Her taraf beyaz… Kar yağmaya devam ediyor…