İ.Ö. 28 Temmuz 499
Doğanın kendisinden başka her şey nedensiz, fakat sonlu bir sessizliğe bürünmüştü kutsal Delos Adası’nda. Yalnızca şu tam karşıdaki Kynthos Dağı’nın yamaçlarından kopup gelen rüzgarın ağlamaklı uğultusu işitiliyordu. Ne kadar da acımasız esiyordu oysa. Oturup onunla konuşmadıkça birşeyleri yıkmak için mi, yıkılanlara ağlamak için mi, yoksa onları yeniden yapmak için mi estiğini kestirmek olası değildi. Fakat yalnızca bu haliyle bile birşeyler anlatmak istiyordu düşünenlere. Ya da daha doğrusu doğanın söylediklerini tercüme etmek…
Ansızın -rüzgar gibi- karşıdaki dağın yamaçlarından değil, ama onun doruklarından akıp gelen nehrin kıyıya yakın -akıntısız bir yerinde- bir su yılanının kafası belirdi. Bu kafa, sanki keşfe çıkmış bir düşünen topluluğunun öncüsü gibi etrafı şöylece süzdükten sonra az öncekinden çok daha büyük bir hızla suyun içine daldı. Geriye sadece bu hareketin su yüzeyinde bıraktığı halkaların ahenkli görüntüsü kaldı.
Biraz sonra rüzgarın uğultusuna, onun okşayıp geçtiği yaprakların tatlı melodisi eklendi. Sanki uyumlu bir koro gibiydiler ve etrafta onlardan başka da koro yoktu. Rüzgar yan taraftaki ormana hepten dalınca koronun sesi biraz daha yükseldi. Doğa işte şimdi hemen her öğesiyle konuşmaya razı olmuş gibiydi. Bir de onu dinleyen olsa…
Genç Khaos, Kynthos Dağı’na neredeyse simetrik bakan Anadyomene Tepesi’nin doruğundaki bir kayada öylece oturmuş doğayı dinliyordu. Zaten pek de iri olmayan gözlerini -rüzgardan korumak için- iyice kısmıştı. Dingin gülümsemesini ele veren küçük dudakları gözleriyle biçimsel bir bütünlük oluşturuyordu. Gülümsemesine bakanlar, onun, doğanın her söylediğini anladığını sanırdı.
Bir ara; önce gülümsemesini yok etti, sonra da yüz hatlarını büsbütün gerdi. Sanki doğa şimdi ona ciddi bir şeyler anlatmaya, hatta emirler vermeye başlamıştı. Kısa sarı saçlarının ördüğü başını itaatkar bir köle gibi öne eğdi ve onu dinlemeye başladı. Yalnızca kulakları değil, neredeyse bütün organları dikkat kesilmişti.
Neden sonra hızla ayağa kalktı. Kirli beyaz renkli pelerini rüzgarın etkisiyle dalgalanmaya başladı. Modern zamanlardaki bir jimnastik hareketini tatbik edercesine bacaklarını iki yana açtı. Ayağındaki sandaletlerden biri daha önce oturduğu kayanın dibine, diğeriyse onun karşısındaki tümseğe dayandı.
Kollarını da havaya kaldırdıktan sonra göğe baktı. Gökyüzü sınırsız, durağan ve yüksekti. Gözlerini -gökyüzünde yavaş yavaş kaydırdıktan sonra- yeryüzüne odakladı. Yeryüzü ise sınırlı, devinimli ve alçaktı.
Korkmuştu. Bu korkusunun etkisiyle -o ana kadar erdenliğini yitirmemiş- gözlerinin örtüsü olan gözkapaklarını olabildiğine araladı. Ardından sanki bütün vücudu da gözkapaklarına eşlik etti. Artık kendini bile keşfetmemiş çekingen bir bakir değil, her şeyi yeni keşfetmiş cesur bir gençti.
………………
Güzel Aphrodite’in tiz sesi; Anadyomene Tepesi’nin doruğuna yakın bir yerlerden aşağıya doğru süzüldü:
– Khaos neredesin?
Ardından tepenin yerle birleştiği ovada bir süre ilerledi ve neredeyse Kynthos Dağı’nın eteklerinde yitip gitti. Bir süre sonra da bu kez daha şiddetli yükseldi:
– Khaos beni duyuyor musun?
Aphrodite çağrısına yine karşılık bulamayınca yamaçta durdu. Üzerinde diz kapaklarına kadar inen otantik işlemeli bir tünikle kısa bir etek vardı. Azımsanmayacak uzunluktaki boyu ve hafif bir müdahaleyle kırılacakmış gibi duran incecik belinin ahengi ile eşsiz bir şiir güzelliğindeydi. Sonra omuzlarını, giderek sırtını bile denetim altına alan siyah düz saçları, onu az öncekinden daha güzel gösteriyordu. Bu güzelliği gören kimse, onun bir güzellik tanrıçası(!) olduğunu söylemeyecek kadar kötümser olamazdı.
Yüzüne bakınca ilkin dikkati çeken şey, saçıyla eşdeğer ölçüde siyah olan narin kaşlarının -iri sayılabilecek- gözleriyle uyumuydu. Burnu beli gibi inceydi. Kırmızıya çalan büyük dudakları ise onun güzelliğini anlatan şiirin belki de en vurucu dizesiydi.
Gerçi şimdi; alnından önce avurt hizasına, sonra da ağzına doğru süzülen ince ter damlacıklarına direnmek için dudaklarını sımsıkı kapatmıştı. Hava pek sıcak sayılmazdı ama, deminden beri yürüdüğünden olsa gerek terlemişti. Gözüne ilk çarpan kaya parçasına ilişip dinlenmeye başladı. Yeterince oturduktan sonra tekrar ayağa kalktı ve tepenin doruğuna uzanan dik yamaçta yürümeye başladı.
Ve tiz sesi birazdan yine yükseldi:
– Khaos dorukta mısın?
Sesinin yankısını da aldıktan sonra bir süre bekledi. Çok geçmeden doruktan bu kez Khaos’un sesi geldi:
– Aphrodite sen misin?
Bu soru genç kız için yeterli cevap olmuştu. Khaos’a yanıt vermeden heyecanlı ve bir o kadar da hızlı adımlarla doruğa çıktı. Şimdi artık burada, doğa ve Khaos’tan başka bir de Aphrodite vardı.
Genç adam, bu güzel kızı baştan ayağa şöyle bir süzdükten sonra sadece onun yüzüne baktı. Onu daha önce de görmüştü ama, sanki yeni görüyormuşçasına büyülenmişti. Kendine gelir gelmez küçük dudaklarıyla tebessüm etti ve sessizliği bozdu:
– Burada ne arıyorsun?
Genç kız sadece “seni” diyebildi alçak bir sesle.
– Gel otur öyleyse.
Aphrodite denileni yaptı. Bir süre sustular. Neden sonra sessizlik, bu kez genç kızın tiz sesiyle yırtıldı:
– Ne düşünüyorsun?
– Hiç! Yalnızca doğayı izliyorum.
– Hatta belki de dinliyorsun.
– Doğru. Ama onun söylediklerine bir anlam veremiyorum. Sanki kimi zaman yasadan sözediyor, kimi zaman da kaostan…
– Adının, doğada ne işi yaradığını bile anlamakta güçlük çekiyorsun öyleyse.
(1) (Khaos, kaos kelimesinin Antikçağ Yunan dilindeki orijinal karşılığıdır. Boşluk demektir. Felsefede, evrenin oluşumundan önceki karmaşa durumuna verilen isimdir.)
– Hayır. Buna göre, seni de tanrıçamız olarak kabul etmek gerekirdi. (2) (Aphrodite eski Yunanlıların aşk ve güzellik tanrıçasıdır. Başka birçok tanrıçalık(!) sıfatına da sahiptir.)
Aphrodite, Khaos’un son söylediğine içerlemişti. Önce onu gözleriyle öldürdü, sonra da sözleriyle ona teslim oldu:
– Tanrıça olmadığımı biliyorum. Fakat beni ilgilendiren bu değil, senin gözünde güzel olup olmadığım…
Khaos ona, içtenlikle “Güzelsin” dedi. Zaten o an için başka birşey de söyleyemezdi. Birbirlerinin gözlerine bakmadılar. Her ikisi de Kynthos
Dağı’nın ardında yitip gitmekte olan güneşin kızıllığına dikkat kesildi. Büyüleyici kızıllık Aphrodite’in gözlerini kamaştırmıştı:
– Ne kadar güzel değil mi?
– Evet, öyle.
– Neden hergün aynı şeyleri yapıyor?
Khaos, onun ‘büyük sarı küreyi’ kastettiğini anlamıştı. Düşünmeksizin yanıt verdi:
– Bu onun yasası. Ama her geçen gün eskiyor. Birgün önceki güneş olmaktan çıkıyor.
– Nasıl yani?
– Birşey dışında hiç kimse ve hiçbir şey değişmez değildir. Tıpkı bizler gibi,
o da değişiyor ve yaşlanıyor.
– Babam Ferekydes, her şeyin -güneş gibi- ateşten meydana geldiğini söylüyor.
– Herakleitos’un anlattıklarını duymuş olmalı.
– Şu Ephesos’ta (Efes) yaşayan büyük bilge mi?
– Evet. Fakat ona göre ateş, varlığın yalnızca nesnel temelidir. Bir de ilkesel temeli vardır ki o da logostur. Herakleitos, değişmeyen tek şeyin logos olduğunu söylüyor. (3) (Logos eski Yunanca’dan tam olarak çevrilememekle birlikte söz, düşünce ve akıl anlamlarının tümünü birden kapsamaktadır.)
– Şimdilerde kentin hemen dışındaki bir mağaraya yerleştiğinden bahsediyorlar.
– Ben de duydum. İnsanlardan uzaklaşmak istemiş. Hemen herkesten nefret ediyormuş. Ona göre, çoğumuz ahmak ve kötüyüz.
– Sence bu doğru mu?
– Kimse onu anlamadığı için böyle söylüyor olmalı. Doğrusu ben de anlamıyorum. Belki de haklıdır.
– Ona çok saygı duyuyorsun değil mi?
– Elbette. Ephesos’a gidip onu en yakın zamanda bulacağım. Hatta az önce, sen gelmeden karar verdim. Yarın yola çıkacağım.
Aphrodite, sevdiği gence endişeli gözlerle baktı. Khaos, çoktandır Ephesos’a gitmekten bahsediyordu. Fakat onu hiç, şimdiki kadar kararlı görmemişti.
Hemen karşı koydu:
– Hayır oraya gitmeni istemiyorum. İonia kentleri barbar Perslerin işgali altında.
– Kentler buna direniyor. Gerçi Ephesos’ta henüz direniş yok ama, Miletos’ta Aristogoras ayaklanma başlatmış. Ayaklanma tüm İonia’ya yayılıyor.
– Fakat başlarına buyruk savaşıyorlar. Dağınık ve etkisizler. Üstelik Persler çok güçlü.
– Persler yenilmez değildir.
Khaos, bunu üzerine basa basa söylemişti. O da -tıpkı İonialılar gibi- ‘Persler de yenilir’ düşüncesini savunuyordu. Gerçi şimdiye kadar hiç yenilmedikleri söylenebilirdi. 550 yılında kurulduktan kısa bir süre sonra, hızla Batı’ya doğru ilerlemeye başlamışlardı. Bundan tam 48 yıl önce yani 547’de Lydia Krallığı’ndan Sardeis’i almışlar, bu da yetmezmiş gibi orayı ileri bir karakol durumuna getirmişlerdi. İşte o dönemden beri Batı’daki kentleri teker teker ele geçiriyorlardı.
Persler geçen yıl -bilim, kültür ve ticaret merkezi olan- İonia’ya girmişlerdi. Kentlerden Kolophon, Phokaia falan düşmüştü. Miletos da düşmek üzereydi. Atina’nın, Persleri püskürtmek için kılını bile kıpırdatmaya niyeti yoktu. Fakat İonialılar, Atina’daki kardeşlerinin kendilerine yardım elini uzatacağını sanarak isyan bayrağını açmışlardı. Kahramanca bir direnişti bu. Fakat yalnızca bu kahramanlığın, İonia’nın kaderini değiştirip değiştirmeyeceğini zaman gösterecekti.
Khaos, son cümlesindeki ses tonuyla Aphrodite’in kalbini kırdığının farkına varmış olacak ki, uzun süren sessizliği bu kez yumuşak bir ses tonuyla bozdu:
– Yüzün, bana kızdığını söylüyor. Bu doğru mu?
– Hayır, sadece endişeliyim. Persler kimseye acımıyor. Ephesos’ta onlara karşı gelen olmadı. Ama yine de bir sürü insan öldürmüşler. Oraya gidersen senin de başına kötü şeyler gelebilir.
– Endişelenme. Kendimi koruyabilirim.
Aphrodite tatmin olmamış, hatta daha da kaygılı konuşmaya başlamıştı:
– Ayaklanmalara katılmayı düşünmüyorsun değil mi?
– Ephesos’ta tek başıma bunu nasıl yapabilirim? Amacım öncelikle Herakleitos’u bulmak.
– Peki ya sonra? Ya oradan Miletos’a gider, Aristogoras’ın birliklerine katılırsan…
Khaos, Aphrodite’in bu meraklı sorusuna gözleriyle bile yanıt vermedi. Genç kız üsteledi. Khaos, bu kez ona yalnızca “Ne olur sus” diyebildi. Kısa süreli bir sessizliğin ardından yine genç adam konuştu:
– Şu büyük ağacın dallarını görüyor musun? Boşluğu nasıl da işgal etmiş. Sanki onunla önceden savaşmış gibi.
Aphrodite enayi değildi. Hatta çok zeki bir kızdı. Onun ne demek istediğini hemen anlamıştı. Sorduğu soru bunun göstergesiydi:
– Peki ya şimdi ne yapıyorlar?
“Birbirlerine sarılmışlar” dedi Khaos. Ardından -anlamlı anlamlı gülerek- devam etti:
– Doğa önce kendiyle savaşıyor, sonra da sevişiyor.
Yeniden sustular. Konuşmaya pek niyetleri yoktu. Çünkü sanki bedenleri oradan uzaklaşmıştı. Artık yalnızca ruhları vardı. Az önce savaşan, şimdi de sevişen ruhları…
………………………
29 Temmuz
Kutsal Delos Adası’nın Ege Denizi’ne açılan şirin limanında bordası yüksek bir gemi bekliyordu. Burası irili ufaklı Kyklades Adaları’na yakın bir yerdi. Ufukta ilkin görünen ada 15 mil uzaklıktaydı.
Çevredeki kara parçalarına yakınlığı -Delos’u- deniz ulaşımında önemli bir merkez haline getirmişti. Deloslular, denizciliği Giritlilerden öğrenmişlerdi. Giritliler, bu işi en az Fenikeliler kadar iyi biliyorlardı. Hatta yıldızlara bakarak yön belirlemeleri ve gemilerini açık denizlere sürme cesaretini göstermeleri onları Fenikelilerden daha üstün kılıyordu.
Deloslular ise denizcilikte bu kadar iyi değillerdi ama, hiç olmazsa kendilerini Batı Anadolu’daki İonia kentlerine atabilecek ölçüde becerikliydiler. Oraya giden bütün gemiler bu limandan kalkardı. Zaten bu liman, Delos’un biricik limanıydı.
Genç Khaos, limanda bekleyen görkemli geminin sancak tarafındaki güvertesinde -ayakta öylece durmuş- denizin berrak suyuna bakıyordu. Dipteki yosunlu kayaları bile büyük bir cömertlikle gözler önüne seren bu berraklık, Khaos’u büyüledi. Bir an, suya dalıp hiç durmamacasına yüzmek geldi içinden.
Khaos, iyi bir dalgıçtı. Hatta bütün Deloslulardan daha iyi…
Sonra yüzme isteğini falan unutarak iskele tarafına ilerledi. Bu kez kendini uğurlamaya hazırlanan üç kişiyi gözlemeye başladı. İlkin annesi İris’e baktı. Sonra babası yaşlı Solon’a, ardından da sevdiği Aphrodite…
İris’in yüzünde -uzaktan seçilebildiği kadarıyla- oğluna yönelik derin bir sevginin izleri göze çarpıyordu. Yaşlı Solon, ona göre biraz daha kayıtsız görünüyordu. Aphrodite’in ise -yalnızca yüzünde değil- sanki tüm vücudunda daha şimdiden Khaos’a duyduğu özlemin derin yansımaları hissediliyordu.
Neden sonra gemi demir aldı ve eski zamanlardaki bir mamutun ağırbaşlılığıyla devinerek yola koyuldu. Khaos bunu anlar anlamaz el sallamaya başladı. İris, yaşlı Solon ve Aphrodite ona aynı hareketle karşılık verdi.
Gemi limandan giderek uzaklaştı ve büsbütün açıldı. Önce suyla temas eden kıç tarafı, sonra bordası, en sonra da yelkeni gözden kayboldu. Aphrodite -gemiyle birlikte- sevdiği gencin de yitip gittiği ufka öylece bakakaldı.
Şu anda hiç kimse, onun duyduğu sevgiyi duyamaz; yaşadığı özlemi yaşayamazdı. Hatta neredeyse Khaos bile…
………………..
5 Ağustos
Yedi gün önce Delos Limanı’ndan kalkan görkemli gemi Batı Anadolu kıyılarının en hareketli kentlerinden Miletos’un büyük limanında durdu. Yolculardan biri dışında hepsi gemiden teker teker indi. Güvertede yolcu olup olmadığını anlamak için gezinen tayfalardan biri büyük serenin dibinde -sanki hiç uyanmayacakmışçasına- uyunan bir genç gördü. Bu genç Khaos’tan başkası değildi.
Baba şefkatiyle ona kısa bir süre baktıktan sonra usulca seslendi:
– Hey! Genç adam. Yolculuk bitti.
Khaos -az önceki halinin tersine- beklenmeyecek bir çeviklikle gözlerini açtı. Sonra kendisine seslenen yaşlı tayfaya döndü. Tayfa, yer yer yamalanmış eski peleriniyle değilse bile, kocaman burnuyla pek komik görünüyordu. Khaos -bunu önemsemezmişçesine- gözlerini ovduktan sonra yorgun bir sesle sordu:
– Neredeyiz?
– Burası Miletos.
Khaos bunu duyar duymaz heyecanla fırladı ve geminin iskele tarafına koştu. Barbar Perslerin işgaline direnen onurlu Miletos şimdi gözlerinin önündeydi.
Büyük bir düzlüğe kurulmuş olan kentte ilk dikkati şey küçük -fakat sayıca çok- kulübelerdi. Derme çatma kulübelerin etrafı çitlerle çevriliydi. Hemen hepsinin önündeki arazilerde at, inek ve koyunlar otluyordu. Uzaklarda tek tük büyük kulübeler göze çarpıyordu ki, bunlar da galiba soylulara aitti.
Kentin orta yerinde büyük bir agora vardı. (4) (Agora, Antikçağ Yunan kentlerinde pazar ve toplanma yerlerine verilen addır.)
Tahtadan ya da kamıştan yapılmış irili ufaklı dükkanlar sıraya dizilmişti. Balıkçılar, sebzeciler ve sarraflar; yoğun kalabalığa mallarını pazarlamakla meşguldüler.
Miletos’un görüntüsü, Khaos’u büyülemişti. İlk kez bu kadar kalabalık bir kent görüyordu. Khaos’a, arkadan usulca yaklaşan yaşlı tayfa bunu sezmişçesine sordu:
– Miletos’a ilk kez mi geliyorsun?
– Evet. Daha önce Delos’tan hiç ayrılmamıştım.
– Burası etkileyici bir yerdir.
– Haklısın. Barbarlar şu ana kadar buraya giremediler değil mi?
– Hayır bunu başaramadılar. Miletoslular çok inatçı ve azimliler.
– Peki Persler ne kadar uzakta?
Yaşlı tayfa yavaşça elini kaldırarak yanıt verdi:
– Cephelerden biri şu dağın ardında. Diğeri Doğu’da nehrin kenarında. Bir tane daha var. O da, şu tepelerin arkasında. Üç gün önce Aristogoras’ın birlikleri geri çekildi. Şimdi 50-55 mil uzakta barbarlarla çarpışıyorlar.
– Sence onları geri püskürtebilirler mi?
– Bilmiyorum. Ama Miletoslu erkeklerin hemen hepsi cephede. İyi savaşıyorlar. Belki Persler fazla kayıp vermemek için vazgeçebilirler.
– Kent yine de kalabalık görünüyor.
– Öyle. Önceleri hızlı nüfus artışını önlemek için kadınlara düşük yaptırıyor ve sakat bebekleri gömüyorlarmış. Hatta tiranlar, eşcinselliği bile kışkırtıyorlarmış. Perslerin Batı’ya yayılmasından sonra -savaş tehlikesi gözönünde bulundurularak- bütün bunlardan vazgeçilmiş. Bir süre sustular. Neden sonra sessizliği, yaşlı tayfanın sanki karnından gelen boğuk ses bozdu:
– Miletos’a savaşmaya mı geldin?
– Hayır. Ephesos’a gideceğim. Oraya nasıl gidilir?
Tayfa, onun neden Ephesos’a gitmek istediğini merak ettiyse de bunu ona sormadı. Sadece -az öncekine benzer bir hareketle elini kaldırdı ve bu kez yalnızca Doğu’daki nehri göstererek- onun sorusuna cevap verdi:
– Şu nehir boyunca 110-120 mil gitmen gerekiyor. Cepheyi geçtikten sonra yol üzerinde Pers askerleriyle karşılaşabilirsin. Onlara görünmemeye dikkat et. Eğer seni görürlerse Ephesoslu olduğunu söyle. Bu durumda sana zarar vermezler. Pers işgaline direnmeyen tek İonia kenti Ephesos’tu. Ephesos’ta kimse, Perslere karşı ayaklanmayı göze alamıyordu. Hatta direniş taraftarı Hermodoros’u kentten sürmüşlerdi. (5) (Ephesoslu Herakleitos, kentlilerinin pasifliğine olan kızgınlığını şu sözlerle dile getirmiştir: “Ephesoslular hep birden kendilerini assalar ve kenti maymunlara bıraksalar ne iyi ederlerdi.”) Persler de, bu yüzden Ephesoslulara zarar vermiyordu. Gerçi kente ilk girdiklerinde çok kişiyi öldürmüşlerdi ama, şimdi ‘Ben Ephesosluyum’ diyenlere dokunmuyorlardı.
Khaos, yaşlı tayfanın son söylediklerine başını sallayarak karşılık verdi. Sonra gözlerini, onun işaret ettiği nehre dikti. Azımsanmayacak genişlikteki nehrin suyu sanki gideceği yere hemen yetişmek istercesine büyük bir hızla akıyordu. Suyun iniltisi -belli belirsiz de olsa- buradan bile duyulabiliyordu. Nehrin etrafı yaprakları parıldayan küçük zeytin ağaçları ve okaliptüslerle doluydu. Kuvvetli rüzgar, ağaçların yapraklarını yalayıp geçtikten sonra -nehir yatağına paralel olarak- taa uzaklara doğru ilerliyordu.
Khaos, sanki rüzgarı takip edercesine gözlerini nehir boyunca kaydırdı ve mümkün olduğunca uzaklara baktı. Nehir büyük bir düzlükte ilerledikten sonra karşıda, göğü kucaklar gibi yükselen heybetli dağların arasında yitip gidiyordu.
Ephesos, işte o dağların ardında olmalıydı. Genç Khaos da Ephesos’ta…
………………….
8 Ağustos
Ephesos’ta hava kararmıştı. Kenti, irili ufaklı kulübelerin pencerelerinden karanlığa süzülen yağ kandillerinin ölgün ışığı ve gökten cömertçe yeryüzüne vuran mehtap aydınlatıyordu.
Fakat yine de şiddetli sayılabilecek bir karanlık vardı ve bu karanlık insana nedensiz, ama derin bir kaygı veriyordu. Sanki karanlığa karışan sessizlik de bu kaygıyı besliyordu.
Ansızın büyük kulübelerin birinden hoyrat bir kahkaha yükseldi ve derin sessizliği yırtıp geçti. Sonra ona, farklı seslere ait kahkahalar da eklendi. Ardından bütün bunlara kulak tırmalayıcı bir müzik de eşlik edince sessizlik büsbütün bozuldu.
Khaos, gürültünün yükseldiği kulübenin az ötesinde öylece oturmuş yere bakıyordu. Bir ara başını kaldırınca -Artemis Tapınağı tarafından gelen- iki ayrı siluetin bu yöne doğru yaklaştığını farketti. Siluetler aynı yöne doğru hızla ilerlemeye devam etti ve giderek iki yaşlı rahibin bedenine dönüştü.
Khaos buna tanık olur olmaz ayağa kalkıp onlara doğru ilerlemeye başladı.
Biraz yürüdükten sonra da seslendi:
– Hey rahipler!
İlkin rahiplerden -diğerine göre- uzun boylu olanı sesin geldiği tarafa döndü. Sonra da diğeri… Karşılarındaki genç adamı şöyle bir süzdükten sonra ona gözleriyle ne istediğini sordular.
Az ötedeki büyük kulübeden -bu kez müzik eşliğinde- yine hoyrat bir kahkaha sesi duyuldu. Uzun boylu rahip, buna dayanamayıp söylenmeye başladı:
– Bunların şenlikleri hiç bitmeyecek. Ephesos’u kerhaneye çevirdiler. Khaos, rahibin şikayetini fırsat bilip sordu:
– Bunlar kim?
“Ephesos’un genel kadınlarıyla eğlenen Pers askerleri” dedi rahip kısık bir sesle. Khaos, yine sordu:
– Kimse onlara engel olmuyor mu?
– Hayır. Persler burada her istediklerini yaparlar. Kısa boylu rahip araya girdi:
– Sen buranın yabancısısın galiba.
Khaos heyecanla karşılık verdi:
– Evet. Delosluyum. Buraya Herakleitos’u bulmaya geldim.
– Blosom oğlu Herakleitos mu?
– Babasının adını bilmiyorum.
– Ephesos’ta üç tane Herakleitos vardır. Biri sarraftır. Öteki denizcilik yapar. Burada pek bulunmaz. Diğeriyse aylak aylak dolaşır.
– Bilge midir?
– Öyle de denebilir. Pek kimseyle konuşmaz. Konuştuklarına garip şeyler anlatır. İyi ile kötünün, aydınlıkla karanlığın, ölümle yaşamın aynı şey olduğunu falan söyler. Derin, fakat anlaşılmaz biridir. Biz ona ‘karanlık’ deriz.
Rahibin bu söyledikleri Khaos için yeterliydi. Bahsettiği kişi büyük bilge Herakleitos’tan başkası değildi. Fakat acaba şu anda neredeydi? Bunu rahibe sordu:
– Onu nasıl bulabilirim?
Yaşlı rahip -hızını alamamış olacak ki- Herakleitos’u anlatmaya devam ediyordu:
– Babası Blosom soylu bir rahipti. Öldüğünde ona, ‘kral rahipliği yap’ dediler. (6) (Antikçağ Yunanlıları’nda kral rahipliği, ölen rahibin en büyük oğluna devredilirdi.) Bu görevi küçümsedi ve kardeşine bıraktı. Tiran Melankomas’ı, tiranlığı demokrasiye bırakması için ikna etti. Ama demokrasi de hoşuna gitmeyince yalnızlığı tercih ederek köşesine çekildi. Genellikle kentin dışındaki bir mağarada kalır.
Khaos, hiç durmamacasına konuşan rahibin sözünü kesti:
– Hangi mağarada?
– Şu anda mağarada değil. Artemis Tapınağı’nda çocuklarla aşık oynuyor. Rahip bunu söyledikten sonra genç adama tapınağı gösterdi. Khaos ona “Sağol” dedi ve tapınağa doğru koşar adımlarla ilerlemeye başladı. İlkin -insanın adeta ciğerini delen- pis kokuyu soluyarak büyük kulübelerin önünden geçti. Sonra da keskin gübre kokusunu teneffüs ederek küçük kulübelerin önünden…
Neden sonra Artemis Tapınağı’na vardı. Bilge Herakleitos, tapınağın orta yerinde yağ kandilinin ışığı altında dört çocukla birlikte aşık oynuyordu. Bilgenin üzerinde açık mavi bir pelerin vardı. Kısa boyuna ve zayıflığına rağmen kahverengiye çalan sakallarının görüntüsü onu olduğundan daha heybetli gösteriyordu. Alnının bitiminden gözkapaklarına doğru inen kalın kaşları, sanki ela gözlerini gizlemek istiyordu.
Khaos -özellikle onu- ve de çocukları hayranlıkla izlemeye başladı. Biraz sonra -giyimlerinden ‘soylu’ oldukları anlaşılan- dokuz kişi geldi ve Khaos’un tam karşısındaki taşların üzerine oturup şaşkın bakışlarla onun seyrine eşlik etti. Bilge, bunu farkedince ansızın onlardan tarafa döndü ve neredeyse bağırdı:
– Ne şaştınız reziller! Sizinle birlikte devleti yönetmek daha mı iyi sanki?
Bu ses, tapınağın duvarlarına çarpıp geri döndü ve şaşkın soyluların yüzüne bir kez daha şamar gibi indi. Soylular, tek kelime bile etmeden telaşlı adımlarla oradan uzaklaştılar.
Khaos, neden sonra soyluların ayak sesleri işitilmez olunca, “Bilge Herakleitos” diye seslendi bütün çekingenliğiyle.
Bilge bu kez ona doğru döndü ve az öncekine yakın bir sertlikle, “Ne istiyorsun?” dedi. Khaos, öğretmeninin sorusuna cevap vermek zorunda olan bir öğrencinin telaşıyla atıldı:
– Benim adım Khaos. Delosluyum. Ephesos’a sizi bulmaya geldim.
Herakleitos, “Peki bulabildin mi?” diye sordu alaycı bir sesle.
– Evet buldum. Ya siz beni bekliyor muydunuz?
– Hayır.
– Ama eğer beklemiyorsanız, beklenilmeyeni bulamazsınız.
Khaos’un bu sözleri Bilge’yi neredeyse büyülemişti. Şu karşısındaki cahil genç -kendisinin dört yıl önce söylediği- bu sözü nereden duymuş olabilir, üstelik bu kadar yerinde kullanabilirdi?
Büyülenmişliğini mümkün olduğunca gizledi. Gözlerini kıstı ve ona daha dikkatli baktı. Sonra onu küçümser bir yüz ifadesiyle, “Fakat sen genç bir çocuksun” dedi. Khaos, az öncekinden daha hazırcevaptı:
– Ben sizin için ne isem, siz de logos için O’sunuz.
Sanki Bilge ile savaşıyordu ve artık savaşımı kazanmış sayılabilirdi.
Herakleitos -bunu kabul edercesine- alt dudağının sağ tarafıyla cimrice gülümsedikten sonra karşısındaki gence doğru yürüdü. Khaos, heyecandan titriyordu.
– Kutsal Delos’u yalnızca benim için mi terkettin?
– Evet. Sizi bulmak istedim. Ama tekrar döneceğim.
– Ne zaman?
– Kalbim bana ‘git’ dediği zaman.
– O hep birşeyler söyler ve dahası ister. Ona güvenmemelisin.
Bilge, söylediklerinin genç adam üzerinde bıraktığı etkiyi anlamak istercesine onun yüzüne baktı. Sonra, ilkbahar rüzgarlarını andıran duru bir sesle, “Hadi gidelim” dedi. Khaos karşılık vermeksizin onun çağrısına uydu. Kenti aydınlatan yağ kandillerinin ölgün ışığı altında Ephesos’tan ayrıldılar. Şimdi etrafta ışık namına sadece mehtap vardı. Önce kayalıkların tepesine çıktılar, oradan sarp bir dağa tırmanan keçiyoluna saptılar.
Neden sonra -neredeyse vahşi hayvanların bile barınamayacağı- ürpertici bir mağaraya vardılar. Bilge içeri girerek yağ kandilini yaktı. Kandilin ışığı mağaranın girişinde bekleyen Khaos’un yüzünü aydınlattı.
Genç adam, tuhaf bir çekingenlikle mağaradan içeri baktı. Mağaranın kenarlarında sıra sıra kalın, bodur sütunlar vardı. Orta yerinde ise el yazmalarıyla dolu papirüsler, papirüsler, papirüsler…
Bilge ona, “İçeri gel” diye seslendi. Khaos -yine de çekingenliğini üzerinden atmaksızın- mağaraya girdi ve bir köşeye ilişti. Herakleitos, eline bir mektup aldı ve sessizce onu okumaya başladı. Genç adam, bir süre onu gözledikten sonra, “Ne okuyorsunuz?” diye sordu. Bilge, sakalını sıvazlayarak sert bir tonda yanıt verdi:
– Pers Kralı Darius I’in mektubunu.
Herakleitos’un sert ses tonu genç adamı ürküttü. Konuşmak istemediği her halinde belliydi. Khaos sustu. Bir süre sonra da yalnızca derin nefes alıp verişi işitilir oldu.
Pers Kralı Darius I -gerçekten de- Bilge’ye bir mektup göndermişti. Kral mektubunda; onun ‘Doğa’ adlı yapıtını kendi diliyle okuduğunu, fakat anlamadığını bildiriyor ve ondan kendisine Yunanca öğretmesi için Pers ülkesine gelmesini istiyordu.
Bilge, Kral’ın mektubunu okuduktan sonra köşeye bıraktı ve bu kez kendi bir mektup yazmaya başladı:
“Yeryüzünde yaşayan insanların tümü doğrudan ve adaletten ne kadar uzaklaşılabilirse o kadar uzaklaşıyorlar. Onlar yalnız açgözlülük ve kendini beğenmişlik konusunda dikkatlidir. Ruhları öyle ahmak, öyle kötü ki. Ben ki kötülüğün ne olduğunu bilmem, ben ki her zaman arzuyu yaratan tantanadan kaçmışımdır. Ben ki hep gururdan uzak durmak istemişimdir. Ben Pers ülkesine gelecek durumda değilim. İsteklerimi karşılayan küçücük şeyler yetiyor bana.”
Herakleitos, mektubu tamamladıktan sonra başını yavaşça kaldırıp genç Khaos’a baktı. Ardındaki kayaya dayanmış mışıl mışıl uyuyordu. Bu haliyle ona çok daha masum, çok daha korunası göründü.
Onun macerayı seven ilginç bir kişiliği olduğunu düşündü. Hemen hiç kimse -bir bilgeyi görmek adına da olsa- yüzlerce mil yolu katedip bilmediği yerlere gidecek kadar fedakar değildi. Böyle bir fedakarlığı, ilk kez bu gençte görüyordu.
Belki adetler, ona Kutsal Ada’da kalmasını dayatmıştı. Fakat adet -tıpkı doğa gibi- insan doğasıyla da uyuşmazdı. Çünkü çoğunluk; adeti, doğayı ve insanı anlamadan oluşturmuştu. Kimbilir Delos’ta kendine ait neleri, ya da kimleri bırakmıştı. Ve oysa belki de onları ne zorluklarla elde etmiş, ya da elde ettiğini sanmıştı. İnsan bir altın madencisi gibiydi. Çok kazar, az bulurdu.
Belki birşeyler kaybedecekti bu genç adam. Ve hatta şimdiden kaybetmişti. Üzülecekti. Oysa kazanmakla kaybetmek aynı şeydi. Fakat yine de -hiç kazanamamak gibi- kazanımlarını kaybetmek de kişioğluna zor gelirdi.
Bazen ölümün kucakladığı bir anne olurdu kaybedilen.
Bazen de başka insanların ruhlarında yitip giden bir sevgili…
……………
21 Eylül
Khaos 43 gündür Ephesos’taydı ve hem buraya, hem de Bilge Herakleitos’a alışmıştı. Bu arada Herakleitos da ona…
Keskin zekası ve yetkin kavrayışı; onu Bilge’nin kişiliğinde çekilir, hatta vazgeçilemez kılıyordu. Gerçi daha ilk günden kendini kabul ettirmeyi başarabilmişti ama, ondan sonraki hergün de Khaos için yeni ve özgün sınavlarla geçmişti. Bu sınavlar -ve onlardan çok da dersler- genç adama çok şey öğretti.
Henüz -daha şimdiden- bir ‘bilge’ değildi ama, hiç olmazsa önünde ileride bilge olmasını engelleyecek birşey yoktu. Çünkü o da, hocası Herakleitos gibi -bu konuda bir başkasının vereceği eğitime gereksinim duymadan- evrendeki sonsuz değişimin (panta rei) özünü sezmese bile eğitimle kavramış sayılabilirdi:
Gündüz ve gece, kış ve yaz, savaş ve barış, tokluk ve açlık, ateşin tütsülük buharlarla bir araya gelince her birinin kokusuna göre adlanması gibi başkalaşıp değişiyordu. Aynı şeydi yaşayanla ölmüş, uyanıkla uyuyan, gençle yaşlı.
Çünkü birinciler değişince ikinciler; ikinciler değişince birincilerdi. Ölümsüzler ölümlü, ölümlüler ölümsüzdü. Çünkü bunların yaşamı onların ölümü; onların yaşamı da bunların ölümüydü.
Hekimler kesip dağlayıp üstelik karşılığını isterlerdi, sanki hastalıklar bunu bedava yapmıyormuş gibi. Zaman; oynayan, dama taşı süren bir çocuktu ve olduğu yerde kalan hiçbir şey yoktu. Aynı ırmaklara girenlerin üstüne hep başka sular akardı.
Özetle her şey, birbirine karşıt olan, birlikte giden ve birbirinden ayrılanlardan en güzel uyarlığın -harmonianın- ta kendisiydi.
Evet Deloslu dalgıç Herakleitos’tan çok şey öğrenmişti. Ve eğer yalnızca öğrenmek mutluluksa, Khaos çok mutluydu.
……………..
23 Eylül
Miletos’tan gelen suratsız bir gemici Artemis Tapınağı’nın hemen önünde sessizce oturan genç Khaos’a yaklaştı ve sertçe sordu:
– Deloslu Khaos sen misin?
Genç adam “Evet” dedi usulca.
Suratsız gemici, bunu duyar duymaz elindeki mektubu Khaos’un önüne adeta ona sövercesine fırlattı. Sonra da ağzından pis köpükler saçarak bağırmaya başladı:
– Lanet olası! Günlerdir seni arıyorum. Bu mektubu sana Delos’tan bir kız gönderdi. Eğer ona söz vermeseydim seni bulmak için bu kadar uğraşmazdım. Zaten şaşkın suratınla buna pek değmez biriymişsin.
Daha fazla bir şey söylemedi ve neredeyse bir ayının hantallığıyla ayağını sürüyerek oradan uzaklaştı.
Khaos önce şaşkın şaşkın onun ardından baktı, sonra da bakışlarını mektuba yöneltti. Mektubu kaplayan boş papirüsü -onunla savaşırcasına- yırttı ve kendine yazılan satırları okumaya başladı:
“Khaos; her şey o kadar karmaşık ve anlaşılmaz ki, nereden başlayacağımı bilemiyorum. Sen buradan ayrıldıktan sonra istemeyeceğim şeyler oldu. Babam geçenlerde bana, ‘Soylu Poros’un oğlu Bias’la evleneceğimi’ söyledi. Karşı koydum. ‘Hayır, olmaz’ dedim. ‘Yalnızca seni sevdiğimi ve seninle evlenebileceğimi’ söyledim. Dinlenemedi ve bir soylunun -evet bir soylunun- ancak yine bir soyluyla evlenebileceğinden bahsetti. Gerçekçi olmamı istedi. Oysa ben başka biriyle gerçekçi olmayı değil, seninle hayalperest olmayı arzulamıştım.
Arzulanan her şey gerçekte kendini yitirdi artık Khaos. Hem benim için hem de senin için. İki gün önce Bias’la nişanlandım, bizi kutsal suyla arındırdılar. Seninle birlikte arınmak istediğim kutsal suyla…
Üç hafta sonra düğünüm olacak. Tıpkı titan Epimetheus’un çekici Pandora’nın kucağına atılarak cezalandırılması gibi Bias’la evlendirilerek cezalandırılacağım. (7) (Yunan mitolojisindeki bu tasarımın ilginç yanı; ilk kadının(!) (Pandora) bir ceza olarak yaratılması ve Tanrılar(!) tarafından bir titana (dev) eş olarak sunulmasıdır.)
Tanrılar böyle istiyor sevgilim. Tanrılar bir daha hiç kavuşmamacasına ayrılmamızı istiyor. Beni anlamasan bile ne olur onları anla. Ve yalvarırım senden ayrılmama yardım et. Ölesiye sevdiğim ve aslında hiç ayrılmak istemediğim senden…
Aphrodite.”
……………….
16 Ekim
Öğle üzeri -uzaklarda- Pers askerlerinin mevzilendiği tepenin yamaçlarında bir rüzgar çıktı ve Miletoslu direnişçilerin kulaklarında uğuldadıktan sonra -modern zamanlardaki adıyla- Büyük Menderes Nehri’nin Ege Denizi’ne döküldüğü yere doğru geçti gitti. Haşin, güçlü ve acımasız bir rüzgardı bu.
Ve sanki yeni bir çarpışmanın habercisiydi.
Miletoslu savaşçılar; belki rüzgarın, belki de çarpışma sezgisinin verdiği heyecanla nehrin Kuzey yakasında bir o yana, bir bu yana koşturup duruyorlardı. Ellerinde tunçtan kargılar, iki kat sığır derisinden yapılmış kalkanlar ve bellerinde kocaman kılıçlar vardı.
Kimisi zayıf, kara kuru; kimisi iri, sarışın ve etine dolgun olan bu adamların yüzlerinde -korkudan kaynaklanan- olası bir atılganlığın izleri görülüyordu. Kuşkusuz orada modern zamanların iyi bir ressamı olsa; hem bu adamların yüzlerini, hem de bununla birlikte -aslında korku kökenli- atılgan hallerini resmedebilirdi.
Aslında hiçbiri muhtemel bir çarpışmaya hevesli değildi. Fakat savaş bir hevesin değil, bir zorunluluğun sonucuydu ki oradaki herkes bunu iyi biliyordu. Ayrıca savaşın adil olduğunu ve her şeyin savaş aracılığıyla varolduğunu da…
Genç Khaos, etrafında öylece koşturup duran direnişçilere acıyarak bakıyordu. Artık o da onlardan biriydi. Onun da elinde kargı ve kalkan, belinde kılıç vardı. Fakat nedense kendine değil, yalnızca onlara acıyordu. Gerçekte kendine de acıması gerektiğini bildiği ve -hemen tüm insanlar gibi- bunu yapamadığı durumda bile…
Üç gün önce savaşmak üzere Ephesos’tan Miletos’a doğru yola çıkarken Bilge Herakleitos ona, “Kalbini dinleme” demişti. “Çünkü o, insanı yöneten üç şeyin şehvetten sonra en tutkulusudur. Zaten bu yüzden kafadan aşağıda, belden ise yukarıdadır.” (8) (Aslında buna benzer bir yaklaşım Herakleitos’un felsefesinde değil, Platon’da görülmektedir.)
Ardından da son sözünü söylemişti:
“Askerler kendi kalpleriyle savaşır, filozoflarsa zihinleriyle. Eğer mutlaka savaşmak istiyorsan bunu zihninle, hiç olmazsa kendi kalbinle yapmalısın. Artık bir başkasının ruhuna ait olan sevgilinin hala sende olan kalbiyle değil.”
Genç Khaos, Bilge’nin bu söylediklerine hak vermiş, ama yine de -içinde bir başkasının da kalbini taşıdığı- yüreğine kulak verip buraya gelmişti. Savaşmaya ve hatta gerekirse ölmeye…
Ansızın uzaklarda -şimdilik taa uzaklarda- yerden göğe doğru hızla yükselen bir toz bulutu belirdi. Ardından da; iki tekerlekli savaş arabalarına binmiş askerleri, süvarileri ve yaya birlikleriyle bu tarafa hücum eden Persler…
Khaos, Aristogoras’ın en güvendiği direnişçilerden Ephesos’lu Hermodoros’un komutunu duydu:
– Askerler yerlerinizi alın. İonialıların kim olduğunu barbarlara gösterin.
Bu komuta uyuldu ve nehrin Kuzey yakasına adeta etten bir duvar örüldü.
Öncü birlikler en ön sıraya dizildi. Daha arkaya ise kargılı, kılıçlı ve kalkanlı asıl birlikler…
Yüzlerce Pers askeri yaklaştıkça yaklaştı. Savunma çizgisinin bulunduğu taraftan fırlatılan kargılar havada uçuştu ve -ancak beşli onlu kümeler halinde- bazı Pers süvarilerini yere serdi.
Düşman hiç durmamacasına ilerliyordu. Geldiler, geldiler ve savunma çizgisine -onu yararcasına- daldılar. Bundan sonra yalnızca kılıç ve kalkan sesleri duyulur oldu.
Bir süre vuruştular. Pers birlikleri, çok kayıp verince yavaş yavaş çekilmeye başladılar ve gerisingeriye, mevzilendikleri tepeye doğru uzaklaştılar. Neden sonra da büsbütün gözden kayboldular.
Öğleden sonra birkaç saat önceki sert rüzgar dindi ve yerini doğanın sonlu sessizliğine bıraktı. Birazdan bu kez yumuşak, ağlamaklı bir rüzgar çıktı. Acımasız esmiyordu ve sanki ölenlere ağlıyordu.
Ansızın hemen yandaki nehrin kıyıya yakın bir yerinde bir su yılanının kafası belirdi. Bu kafa, sanki savaşta ölenleri keşfe çıkmış yaşayan gözcü askerler gibi etrafı şöyle bir süzdükten sonra hızla suyun içine daldı.
Biraz sonra rüzgarın uğultusuna, onun okşayıp geçtiği yaprakların tatlı hışırtısı eklendi. Sanki ağıt yakan bir düşünen topluluğu gibiydiler ve etrafta onlardan başka da ağıt yakan yoktu.
Rüzgar, savaş alanında öylece yatan genç Khaos’un artık büsbütün durağanlaşmış yüzünü okşayıp geçti ve yan taraftaki ormana hepten daldı.
Ağıt yakan ses biraz daha yükseldi ve giderek doğanın sonlu sessizliğini büsbütün bozdu. Doğa işte şimdi hemen her öğesiyle ağlamaya razı olmuş gibiydi. Ama artık onu dinleyecek genç Khaos yoktu.
………………
28 Temmuz 498
Güzel Aphrodite’in tiz çığlığı Anadyomene Tepesi’nin eteğindeki büyük bir kulübeden aşağıya doğru süzülerek ovadaki sessizliği yırtıp geçti. Şu an dayanılmaz bir acı çekiyordu ve belki de bu acıyı çekmektense ölmeyi yeğlerdi.
Bir ara acıdan kıpkırmızı olan dudaklarıyla birlikte tüm vücudu da yavaş yavaş gerilmeye başladı. Sonra büsbütün kasıldı ve içindeki bebeği -kovarcasına- yaşlı ebe Artemis’in kollarına attı. Artık Aphrodite’in çığlığı son bulmuş, ama bu kez de yerini -Bias’ın oğlu- kızıl suratlı minik bebeğin hıçkırıklı bağırtısına bırakmıştı.
………………..
494
Miletos’ta direniş kırıldı. Kent bütünüyle Perslerin eline geçti. Pers birlikleri, Miletos’u yakıp yıktılar ve insanları uzak topraklara sürdüler.
……………….
480
Vahşi bir akbaba Ephesos semalarında dolaşırken aniden aşağıda bir yerlere dikkat kesildi ve Artemis Tapınağı’nın doğusundaki sarp dağın yamaçlarına doğru hızla alçalmaya başladı.
Ardından yere yaklaştıkça yavaşladı ve Bilge Herakleitos’un cesedinin yanına kondu. Cesedin etrafındaki pis sinekler bunu farkedince havaya uçuştular ve biraz yukarıda sanki oğul veren arılar gibi toplandılar.
Hemen sonra da -kel kafasını Bilge’nin ölü bedenine daldırıp her defasında bir parça koparan- akbabaya eşlik etmek üzere az önceki yerlerini aldılar.
………………
448-400 arası
Bilge Sokrates, Atina’daki küçük kulübesinin salonunda taş ocaktaki ateşin karşısına oturmuş -sanki ciddiyet dolu bir tebessümle- Euripides’i dinliyordu. Ansızın içeri karısının girdiğini farkedince rahatsız oldu ve hafifçe doğruldu. Kadın, bu davranışın yerinde olduğunu göstermek istercesine söylenmeye başladı:
– Koca Sokrates gene neyle uğraşıyorsun? Evde yiyeceğimizin kalmadığını unuttun galiba.
Sokrates zorlukla yutkundu ve onun duyabileceği bir sesle, “Birazdan agoraya gider alırım” dedi. Sonra da, “Saloz” (ahmak) diye homurdandı ve Euripides’e döndü:
– Devam et Euripides.
– “Savaş bütün şeylerin babasıdır. Birtakımlarına Tanrı olduğunu bildirir, birtakımlarına insan. Birtakımını köle yapar, birtakımınıysa özgür.”
(9) (Herakleitos’un Doğa adlı yapıtından.)
Euripides okuduğu kitabı bitirdikten sonra Sokrates’e dönerek, “Evet nasıl buldun?” diye sordu. Sokrates hafifçe öksürdü ve ona karşılık verdi:
– Anladıklarım çok güzel, öyle sanıyorum ki anlamadıklarım da… Herakleitos’un derinliğine inebilmek için Deloslu bir dalgıç gerekiyor.
Oysa Sokrates’in sözünü ettiği Deloslu dalgıç uzun yıllar önce Miletos’ta Perslere karşı savaşırken ölmüştü.
Ona ait yaşayan tek şey vardı ki, o da efsanesiydi.