Şair dostum, bu dizeyi, otuzdört sene önce, İstanbul’da gazetecilik yaptığı yerdeki zehirli havadan kaçmak üzere gittiği Denizli Babadağ’da gittiğinde yazmış, bir mektuba iliştirerek göndermişti.
Gerçeğin değerini korumak için kavga ettiği karanlık yüzlü bir kişi, O’nu çok seven, arı gönüllü bir delikanlıya, Şair hakkında aslı olmayan çirkin şeyler anlatınca yazmıştı şiiri. Çok sevdiği genç adamın o saf dünyasını bulandıran iftira, “kansız” ifadesinden fazlasını hak ediyordu. Ama Şair, şiirin o denli bir öfkeyi kaldıramayacağının farkındaydı. Gencin yaşadığı derin üzüntüyü görünce, karanlık yüzlü adama, “kekliği değil beni vur” dedi. Şiiri okuyunca kekliği düşündüm. Kalbinde toz kadar merhamet bulunmayan avcı, elindeki tüfeğin sakladığı bütün saçmayı minicik bedenine boca etmişti. Kanlı tüyler, gevenlerde sekmişti. Karanlık yüzlü adam, can vurmaya alışmıştı, en küçük bir acı hissetmedi. Hayvanın parçalanmış bedeni az ilerdeki kayanın dibine savrulmuştu.
“Kansız Avcı”, bindokuzyüzseksenaltı yılının sonbaharında, bir haftasonu, günbatımında yazılmıştı. Şöyle diyordu: “Sen ki alıştın can vurmağa / Kekliği değil beni vur avcı / O tarâvettar kırmızı havayı / Tarayan kanatlar bezmedi candan / Sen ki ürpermiyorsun kan içmeğe / Adıyorum canımı çevir kekliğe / Çevirdiğin namluyu titrek kalbime / Aldırmadan bas tetiğe / Sen ki kansızsın kekliğin canı / Yeğ değil sence tabancandan / Saçtığın kör duman ve / Soğuk dumanlı candan / Senin ki beyaz süsüyse bürüyen / Gözlerini kışın sıcak karı / Bırak kan damlamasın gri sarı / Üstüne gevenlerde seken tüyden / Kansız avcı / Kekliği değil beni vur.”
Şiirin yazılışından otuzdört yıl sonra, yirmidört ekim ikibinyirmi günü Şair, evlatlığıyla birlikte, Pamukkale Karahayıt’taki kaplıcadan, Cuma namazı sonrası Denizli’ye dönerken, daha çok turistlerin uğradığı mermer işletmeciliğinin sanat atölyesi ve satış mağazası çalışanlarının ve patronun ısrarı üzerine, onlara kayısı tartmak için marketlerine gitti. Market sahibi, o gün, hayır için tavuklu-nohutlu bir kazan pilav pişirtmişti. Bir masanın çevresinde, genç kızlar, yaşlı kadınlar ve kocaları, turşunun eşlik ettiği pilavı yiyorlardı. Yaşlı kadınlardan biri, eliyle gel gel ederek Şair’i çağırdı. Arabadan indi. Yemeklerini az önce bitirmiş olan adamların arasındaki bir sandalyeye ilişti. Meraklı bakışlarla etrafındakilere bakıyordu. Market sahibine, evlatlığı, “babam, şairdir efendim” deyince, buyur eden yaşlı kadın, “aa, öyle mi? Madem şair, bize şiir okusun” dedi. Şaşırmıştı. Köylülere şiirini okuyacaktı. Kısa bir sessizliğin ardından, gür bir sesle, “size” dedi, “yazıldığı sıralarda gençlerin dilinde çok dolaşan Keklik şiirimi okuyacağım.” Boğazını temizledi. Şiiri okudu. Yoksul ama temiz giysilerin içinde yüzleri ışıltılı olan köylüler, şiir bitince coşkuyla alkışladılar. Şehirde, dolu bir salondaki insanların alkışlarından daha tatlı geldi bu. İçi sevinçle doldu. Boynunda virüs maskesi bulunan yaşlı adamlardan biri, sağ elinin yumruğuyla kalbinin üstüne vura vura, “şiirin beni vurdu, burama dokundu!” diyordu. Coşkusunu denetleyemiyor, tekrarlıyordu, “burama dokundu burama!”
Duygu ağırlığı bir sessizlik yaydı herkesin üzerine.
Meğer “şiirin beni vurdu!” diye bağıran adam, iki üç günde bir gittiği avdan, yedi-sekiz keklikle dönen bir avcıydı.
Vedalaşıp arabaya bindiler.
Şair, evlatlığına, “kaderin böyle sırları vardır oğlum” dedi, “bir şiir, yazıldıktan otuzaltı sene sonra, doğduğu Denizli ikliminde, Pamukkale’nin eteğinde bir mahallede muhatabını bulabilir.”