“Ben ve kadınım
Açık anlamlı şu bildiğiniz gibi
Ve dünyada
Yere basarak
Erkekliği ve kadınlığı hükümet ettik”
(Cahit Zarifoğlu)
Dünya erkek ve kadın birlikte paylaştığımız bir yaşam alanı olmasına rağmen, öteden beri erkek merkezli bir hayat neredeyse kadınların bile kanıksayacağı düzeyde kendisini hissettirmektedir. Erkeği hayatın sujesi durumunda öne çıkaran, kadını ise erkeğin nazarlarına göre biçim almaya zorlayan tarihi, sosyolojik ve kaynaklanmaya dayalı koşulları birlikte ele almak doğru olur. Kur’an Ademle eşinin (Havva’nın-ki bu isim Kitab-ı mukaddesde geçmesine rağmen Kur’anda yer almaz) aynı özden yaratıldıklarını söylerken Kitab-ı Mukaddes’in “tekvin” babında Havvanın Adem’in kaburga kemiğinden ve Âdem için yaratıldığından bahsedilir. Muharref tevratın kadına dair bu yaklaşımı bilinçli ya da bilinçsiz şekilde islami referanslardan kopuk gelenekçi müslümanların da bakış açısını şekillendirir hale gelmiştir.
Problem, erkeğin kendini bu hayatın sujesi kabul edip kadın da dahil dışındaki her şeyi tanımlama hakkını ve gücünü kendinde görmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü erk sahibi olmak tanımlama salahiyetini de peşinen elinde bulundurmayı gerektiren bir durumdur. Siyasetten sanata kadar kadın aktivitesinin görmezden gelinmesinin en kalsik bahanesi dişil fıtratın namüsait olduğu şeklindeki açıklamalardır. Oysa somut ve soyut hangi eyleme kadın eli değmişse onda hep zerafet ve aydınlık bir netice tebellür etmiştir. Kadını şiir, hikaye gibi sanat dallarının vazgeçilmez vurgusu ve konusu olmaya mahkumluktan kurtararak, şiire yeni bir soluk getirecek konuma ulaşmasına yardımcı olabiliriz. Yeterki kadınların yolları üzerinden çekilelim ve onların kişisel tarihlerini yazma imkanını ellerinden hoyratca almayalım.
Kadını genelgeçer bir tanıma sokmak yerine “kadın ne ise o’dur” demek belki de daha sağlıklı bir bakış açısı sağlayacaktır. Aksi takdirde, erkek zaviyesinden tanım adına yapılan bütün çabalar tanımı yapan kişinin tanımladığı şeyi kişisel hayatına uyarlı hale getirmesinden başka bir amaca hizmet etmeyecektir. Diğer yandan, tarihi erkeğin tarihiyle eşit hayatın içerisinde, orta yerde, gözler önünde olana (kadına) dair “nedir, nasıl, kimdir” gibi soruları sormak da garip ve gayr-ı ciddidir.
Zira yüzyıllardır içimizde bizimle eşdeğer sorumluluk ve şartlarda yaşayıp hayatımızın en anlamlı köşelerinde (anne , bacı,eş) bulunan biri için her geçen gün anlamamaya dair sorular soruyorsak kasdımızın anlamak değil, yanıbaşımızdaki kişiyi karşımıza alarak ondan razı olmadığımız anlamı silip yeni anlamlar yüklemek olduğu sonucunu çıkarabiliriz. İki ayrı zamanda okuduğum, iki ayrı dönemin iki ayrı cinsle ilgili iki ayrı yaklaşımı böyle bir yazıyı kaleme almamın bahanesi oldu Cemil Meriç’in “Kırk Ambar” ında Gino Lambroso’dan alıntıladığı “Kadın Ruhu” başlıklı yazıda kadına, merkezi kendi dışında olan bir dişil insan olarak yaklaşılırken erkekten merkezini kendi içinde barındıran egoist bir eril insan oalrak bahsedilerek şöyle denilmekte:
“Herkesin bildiği vucut ve ruh farkları bir yana, kadını erkekten ayıran önemli bir fark var. Aşağı yukarı ötekilerin temeli bu fark. kAdın özgecidir, daha doğrusu merkezin dışındadır. Yani hazlarının da, kaygılarının da bir başkasıdır kaynağı. Sevdiği ve sevilmek istediği biri; Koca, çocuklar, baba, dost vs.. Çevresindekilerin ne sevinçlerine yabancı kalabilir, ne acılarına; kadın onlarsız kam alamaz hayattan. Onları beğendirmek için yaratır, onlar beğenmiyor diye yıkar. Onların hoşuna gitmeye çalışır. Damak zevkleri de, kulak, göz, kafa zevkleri de vız gelir kadına… Erkek öyle mi? Ne egoisttir o. Daha doğrusu merkezi kendi içindedir. Tek başına yaşayabilir erkek, hayatın tadını çıkarabilir. Çevresindekiler sevinçliymiş, üzüntülüymüş ona ne! İlgilenmez başkalarıyla. Onlar da kendisiyle ilgilenmeyince fazla üzüntü duymaz. Kendi rahatını düşündüğü için her heyecandan kaçmak ister. Aşksız da yaşayabilir, kinsiz de…İnsan yedisinde neyse yetmişinde de o’dur. Yaşlanan erkek kavgadan çekilir. Başkasının kendisiyle ilgilenmesini ister, ama kendisi hiç kimseyle ilgilenmek istemez. Yaşlanan kadın hayat kavgasından çekilmek şöyle dursun çalışma sahasının daraldığını görünce kendini yer…”
İkinci örnek de ülkemizde Molla Cami olarak tanınan IX yy mutasavvıf şairlerinden İranlı Nureddin Abdurrahman Cami’nin ” Salamanla Absal” isimli eserinden alınma . Molla Cami Çocuğun Vücuda Gelmesine Sebep Ve Şehvete Vasıta Olan Kadınları Kınama” bahsinde şöyle diyor:
“Şehvetle uğraşanlar kadına muhtaçtırlar. Kadın sohbeti de ömrün temelini kazar, insanı candan eder. Kadın nedir? Dince ve akılca eksik bir şey. Cihanda bu çeşit eksik bir şey daha yoktur. Kemal sahiplerinin ahlakı böyle akılsız bir mahluka aylarca, yıllarca maskara olmaktan, kapılıp kalmaktan uzaktı. Bilgi yolunu gösteren kamil bir insana göre akılsız bir mahluka kapılıp kalan bir kimse o akılsızdan da bayağıdır. Nimetler ihsan eden Tanrının lütuf sofrasında kadından daha ileri bir nankör yoktur.
Kadına yüz yıl altın ve gümüş versen, tepeden tırnağa onu mücevherlerle donatsan ,ona Şüster’in ağır ve ipekli kumaşlarından elbise diktirip evini altın kaplarla bezesen, kulağına lalden, inciden küpeler taksan, altın işlemeli kumaştan gecelikler yaptırsan, kavgaya başlayıp da kızgınlıkla kıvranmaya koyuldu mu bütün bunları hiçe sayar, sonar dönüp: “A canımı mahveden, ömrümü kısaltan herif, hiçbir zaman senden bir şey görmedim!” der.
Yüzü tertemiz saf bir levhe benzese de o levhte vefaya ait bir kelime bile yoktur. Cihanda kadından kim vefakarlık gördü?…Onda hilebazlıktan, gaddarlıktan başka ne görülmüştür ki! Senelerce boynuna sarılır, seni kucaklar. Fakat yüzünü çevirir çevirmez seni unutuverir…”
İnsan nasıl bakarsa öyle görür. Yaşadığımız münferit olaylar genel yargılar oluşturmamızın bahanesini teşkil ederler. Yukarıda iki farklı kişiden alıntıladığımız örneklerde de görüleceği gibi başka hiçbir konuda olmadığı şekliyle kadına dair mülahazalarda aşırı subjektivite ve sanki eşyayı tanımlar gibi bir kayıtsızlık hüküm sürmeye devam etmektedir.
Dile gelmeyenler dile getirilirler prensibince kadınlar da söz sahibi olamadıkları dünyada söz konusu olarak kendi gerçekliklerinden bir çok şeyi ister istemez kaybediyorlar. Bütün karmaşa kadınların susarak söylediklerini erkeklerin sessizlik ve durağanlık içerisinde bir mahcubiyet addederek, onlar adına bağırıp çağırarak seslendirmelerinden kaynaklanmaktadır. Erkeklerin yeterince susup, kadınların yine yeterince konuştuğu bir ortamda doğal olarak anlama ve anlaşılır olma sorunu da kalmayacaktır.