Kanal değiştirme aleti ölçüm sistemlerini tersyüz etmekle kalmadı. Descartes’in varsayımını da dönüştürdü: “Kanal değiştiriyorum, o halde varım.”
Bir sözleşme yaptığı beyazcama karşı seyircinin küçük kaçamakları olarak değerlendirilen kanal değiştirme (zapping) televizyon denen aracın doğasındaki bir niteliği ele verir gibidir. Seyirci ölçüm sistemini geride bırakan bir hızla neden kanaldan kanala atlıyor, dersiniz. Bunun en yaygın sebebi sıkılmasıdır. Yani seyrettiği kanalı eğlendirici bulmaması. Televizyonun birincil özelliğinin eğlendirme olduğunu bu alışkanlık bize net bir biçimde anlatır.
Seyirci sınırsız biçimde zapping yaparak, aslında televizyonun odaksızlığına itiraz ediyor. Bunu onaylıyor şeklinde yorumlayanlar da var: Tümüyle olmasa bile bazı bakımlardan yanıldıklarını ya da televizyonun doğasındaki kimi hususiyetleri gözardı ettiklerini düşünüyorum. Seyirci, televizyonun birbirleriyle ilintisiz de olsa sonuçta alışkanlıkta karar kılan dilini benimsemiyor. Bağımsız hikayeler seyretmeyi yeğliyor kanal değiştirerek. Birbirinden pek de farksız olmayan hatta birbirine içerik ve yayın saati bakımından rakip olarak yayımlanan programlar arasında da kanal değiştiriliyor. Çakışıyor dahi olsa tüm kanallardaki haberler izleniyor. Yine birbirinin versiyonuymuş gibi gözüken pembe diziler, haber programları, spor yapımları, dramalar da bu sadakatsizlikten nasibini alıyor. Seyirci uğradığı her ekranı aldatıyor ve böylece, aktif olduğunu da ima ediyor. Pierre Alain Mercier’in belirlemesine katılıyorum:
Sürekli kanal değiştiren seyircide bir tekrar duygusu, bunu ben daha önce görmüştüm hissi yoğunlaşır.
Oysa çabası boşunadır. Hangi kanala uğrarsa uğrasın karşısına aynı şey çıkacaktır. Birbirinden çoğaltılmış izlenimini veren filmler, programlar, yapımlar… Seyirci bir yandan aktif olduğunu kanıtlarken öte yandan ne denli aylakça bir iş yaptığını da ortaya koyar. Sabitkadem olamayışı sadece kanalları yeterli bulamayışından değil, aradığının, yani enformasyon denilen o bilinmezin yetersizliğinden de kaynaklanmaktadır.
Önermeğe çalıştığımız odaklı televizyon birer zapping manyağı haline gelen seyircinin bu çılgınlığına çarpıcı bir cevap olabilir mi diye düşünüyorum. Aynı konuya odaklanan televizyonun müstakar bir seyircisi olacağı gibi, zapping esnasında yakalanan ve adeta şoke olan potansiyel bir izleyicisi de olacaktır.
Bir tür antitelevizyondan söz ediyorum. Seyirciyi ibret tanığı haline getiren bir televizyon. Onu kendisiyle dışındakiler arasında sahih bir çizgide karşılaştıracak bir televizyon. O zaman daha az despotik bir ekrandan söz edebileceğiz. Seyirciyi statik bir varoluşa indirgeyen televizyon ortamı, onu seyrettikleri karşısında betonlaştırır, dondurur.
Bu donma geleneksel dramanın yaptığı fenalıktan daha beterdir. Çünkü en çok üç saat dururuz bir film karşısında. Oysa televizyon saatlerimizi gaspeder. Sunduklarının hayattan daha gerçek olduğu izlenimini verir. Bir olayı naklen izlerken tıpkı gördüklerinden kuşku duymayan görgü şahidininkine benzer duygular yaşarız. Laurent’in yargısını hatırlamamak mümkün mü? “Seyirci gördüğünü anlattığını sanıyor, oysa anlattığı aslında gördüğünü sandığıdır.”
İslam’ın ilahi kelime olarak vahyedildiğini düşündüğümde kelimenin bir iç ses, bir iç konuşma olduğuna varıyorum. Peki kelimenin görsel içeriği nedir? Bu çetin soruyu biraz da çekinerek soruyorum. Çünkü sinemanın ilkel biçimi olan Karagöz’den sözedip sorunu hallettiğini sananlardan değilim. Öyleyse… Her kelime bir objeye, objenin anlamına karşılık geliyor. Kelime içimizde bir ihtizaz oluşturuyor, bir anlam çağrıştırıyor. İslam’daki soyut temsil… bu olsa gerek. Henüz sinemada böylesi bir anlatımın ipuçlarını gördüğümüz bir dönemde, televizyon gibi görüntünün doğasını manipüle ederek kullanan modern bir araçta soyut temsil anlatıma yatkın bir dile nasıl ulaşabileceğiz? Cevabını aramaya birlikte koyulalım diyorum. İşte odaklı televizyon… Tematik odaklanma bize bir kapı aralayabilir (mi)?