Şehir mi küstü bize, biz mi eskittik şehri… Dün neden bu kadar güzel de şimdinin tadı kekremsi? Siyah beyaz fotoğraflar çok mu uzakta kaldı sahi? Kıraathaneler, çınaraltı sohbetleri… Çok mu geciktik yoksa? İstanbul o İstanbul değil mi?
Ahh.. İstanbul! Bir zamanlar Dersaadetti…
İnsanlar umursamaz, insanlar telaşlı, yorgun, insanlar yürek ikliminde kışa teslim. Güneşin pırıltısı kamaştırmıyor gözlerimizi. Gökdelenler kapatmış, baksak da göremiyoruz mavilikleri… Kaldırımlar, sokaklar, caddeler ve meydanlar ‘herhangi’ bir yerin kaldırımları, sokakları, meydanları sanki.
Cânım İstanbul bir zamanlar Dersaadetti…
Eski semtler birer birer sahipleriyle birlikte hayatımızdan usulca çekilip gitti. Biz değil asıl suçlu onlarmış gibi. Hani Vefa? Süleymaniye, Langa, Zeyrek kime kurban edildi? Nerede Cibali? Huzur bahşeden haneler yok şimdi, ne tadımız var, ne tuzumuz; hayatlarımız suni…
Rüya şehir bir zamanlar Dersaadetti…
Her mevsim, her bahar bambaşka bir alemdi, hazanın hüznü bile şairlere göreydi. İstanbul’da yaşayan İstanbul’u yaşamayı bilirdi. ‘Sade bir semtini sevmek bile bir ömre bedel’di.
Unutuldu lakin; İstanbul bir zamanlar Dersaadetti…
Yedi tepeli nazlı güzel, sinesindeki her medeniyeti lisanında meczederdi. Gün doğumu ferahfeza, gurub nihaventti;
İstanbul bir zamanlar Dersaadetti…