Bir üslup ki onda yazarın kendisi görünür; gördüğümüz şey öyle parlak öyle berraktır ki aynı zamanda kendimizi de görürüz. Kimden mi bahsediyorum? Elbette derin hissiyatın ve tefekkürün yazarı olarak bildiğim kâmil bir münevver olan Sâmiha Ayverdi Hanımefendi’den.
Sâmiha Hanımefendi’yi yirmili yaşlarımda üniversite yıllarımda Yusufcuk adlı kitabıyla tanımıştım. İlk gençliğimde obur bir iştahla elime ne geçerse okuyordum. Çok iyi hatırlıyorum, Kafka’nın etkisinde olduğum dönemlerdi o yıllar. Daha çok içsel metinleri, insan ruhunun derinliklerine nüfuz eden yazarları tercih ediyordum. Dostoyevski de bu yazarlardan biriydi. Kurgusal metinler doğaları gereği bütünlüğü bozulmadan bin yerinden çatlamış ayna gibidir. O aynanın karşısında kendinizi de parçalanmış görürsünüz. İlk başlarda bu durum sizde tanımlayamadığınız doyumsuz bir haz uyandırsa da sonradan ruhunuzda açılan bu yaraları kapatacak bir merhem aramaya koyulursunuz. Batıda üretilen edebiyat teşhir ve trajik yönü yüksek olduğu için evvela okurun benliğini parçalar. Tam da kendimi bin parçaya bölünmüş hissettiğim o sıralar Yusufcuk elime geçmişti.
Kitap yazarın bir aynasıdır. Yazarlar kitaplarında çeşitli yönleriyle görünürler. Kimi huylarıyla, kimi bilgelikleriyle, kimi ince işçilikli zekalarıyla, kimi fikir ve üsluplarıyla, kimi bunalımlarıyla kimileri de irfânî yönleriyle görünürler. Yusufcuk’ta görünen ise kâmil bir insanın irfânî yolculuğuydu. İnsanı yürüdüğü yolda tanırız. Yusufcuk ise bize bu yolu handiyse baştan sona seyrettiren bir ayna gibiydi. İlk açılışında “Kâinat kitabını okumak uzun sürer; kendi kitabını oku” diyordu. Kadim irfânî gelenekten beslenen (terbiye olan) her yolcu okumaya teşnedir. Kelam-ı Kadim’de okumak farz kılınmıştır. Okumak insanın ilk yükümlülüğüdür; zira anlama ve anlamlandırma süreci okuma sürecinin içinde gelişir. Daha ilk sayfasında çarpmıştı beni. Kendini bilmeyen Rabb’ini bilemez düsturunu modern zamanların diliyle bu kadar güzel açıklayan bir yazı okumadım diyebilirim. Mensur şiir tarzıyla kaleme alınmış aynı zamanda mesel geleneğimizin güzel örnekleriyle dolu küçük kıssaları okudukça ruhumda açılan yaraların da bir bir kapandığını hissediyordum. Aynı zamanda şimdilerde çok az rastladığımız temiz İstanbul Türkçesinin verdiği hazzı duyumsayarak Sâmiha anneden bir dil dersi alıyordum. İlk zamanlarda yalnız şiirsel bir zevk ve ince bir dil işçiliğiyle yazıldığını düşündüğüm bu metinlerdeki mecaz ve mazmunların Sâmiha Ayverdi’nin manevi dünyasına açılan kapılar olduğunu fark ettim. Hikmetin dilinin insanı nasıl terbiye ettiğini ben Yusufcuk’tan öğrendim.
Onun diğer kitapları da irfânî geleneğin işaret taşlarıyla doludur. Modern insanı bunalımın eşiğinden alıp hakikatin berrak kıyılarına ulaştıracak yolu gösteren birçok eserle irfân dünyamıza katkıda bulunmuştur. Yusufcuk’tan sonra Sâmiha annenin bütün eserlerini aynı iştiyakla okuduğumu söyleyebilirim. Sâmiha Ayverdi külliyatına başlanacaksa Yusufcuk’la başlanmalı derim.