Rasim Özdenören yazılarından birinde cenk kitaplarını konu edinerek yanılmıyorsam artık bu tür kitapların yıllar öncesindeki gibi inandırıcı olamadıklarını söylüyordu. Cemal Süreya da «Günübirlik» adlı denemeler kitabında ‘halk kitapları’ndan sözü açarak buna benzer şeylerden yakınıyor, ‘cenk kitapları’nın artık piyasadan çekildiğini, yeni baskılarının yapılmadığını ve zaten yazarlarının birçoğunun da öldüklerini belirtiyordu. Her iki yazar da (hikâyeci-şair) kaygılarında, özlemlerinde haklı oldukları bir neticeyi ve bu neticenin başlattığı, doğurduğu aşksızlığı, heyecansızlığı vurguluyorlardı.
Eğer yanlış hatırlamıyorsam (R. Özdenören’in o yazısını bulmam güçtü) R. Özdenören Pekos-Bill ve benzeri kahramanların piyasaya sürülen maceralarıyla artık önceki düşsel ve destanî de olsa cenknamelerin etkisini yitirdiğini, bir çeşit büyünün bozulduğunu yazıyordu. Cemal Süreya da köylerde hiç bıkıp usanılmadan kerelerce okunan, ezberlenen halk kitaplarının artık eski rağbeti göremediğini üzülerek sanki haber veriyordu. Hem kitaplar, hem de okuyucuları çekilmişti adeta dünyadan, bir başka, bir yabancı topluluk muydu onlar?
Gözümüzü kitapların içinde açtık desek bilmem abartmış mı oluruz? Küçükken tek hastalığımız, tek eğlencemiz cenk kitaplarını, aşık hikayelerini döne-döne okumaktı. Babamın kitapçı olması büyük bir şanstı benim için, güzel bir kaderdi. Bütün bir günü kitaplarla geçirmek. Oh! Dükkânın bir tarafı aşağı doğru inen ve demircilerle nalbantların bulunduğu bir sokağa sapılan kısa bir caddeye bakardı. Bu tarafta uzanan bir duvara uzunca ipler gerilmişti. Her sabah ilk işimiz içeride yığılı bulunan kitapları tek-tek mandallarla çamaşır gibi bu iplere asmak olurdu. Özellikle Cuma günleri şehre inen köylüler bu sergiyi meraklı-meraklı seyrederler, alıp karıştırırlardı kitapları. Bazıları bir kaç tane birden alır, bazıları da parası çıkışmadığından ucuz fiyata almak için pazarlığa girişirdi. İlginç olan yanı, kitapların daha çok kapaklarına bakılarak alınmasıydı. Kapakları ve isimleri kitabın içeriğinden daha çok önem taşırdı kimileri için. Bunlardan bir tanesi var ki hâlâ beni nerede görse koşar yanıma gelir ve beni yeni cenk kitapları geldi mi? Ne zaman gelecek? Falancayı getirecek misiniz? diye ha bire sıkıştırır. Abdi diyorlar ona. Mecnun gibi yarı deli bir genç.
Ortalıkta dolaşıp durur. Herhalde bir işi de yok. Olsa da çalışamaz ya. Onun bunun verdiği üç-beş kuruşla yalnızca çarşı ekmeği ve bir de bu kitapları alır. Bir türlü anlayamadığım tarafı şu ki onun,
Okuyup yazması olmadığı halde durmadan kitap alır, naylon bir torbaya güzelce tek tek dizer ve katlayıp ceketinin iç cebine koyar, önüne gelene bunları gösterir, heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatır hep. Bundan hiç bıkmaz ve büyük bir haz duyar.
Başlıktaki ismi de bana gösterdiği kitabın kapağından aldım. Ah Abdi ah, kala, kala bir sen mi kaldın cenk kitaplarına ilgi gösteren.
*Yaşar Akgül’ün “Şiir Haritası” (Girişim yay. 1987) isimli deneme eserinden alınmıştır.