Ahmet Turan Alkan’a

Binaların arasına sıkışmış ve yıkılmamaya söz vermişti. Sandoviççi Hüseyin Usta yazıyordu camında. Turuncu harfler solgundu. Demir doğramaları kimbilir kaçıncı kat boyasıyla bir kale kapısını andırıyordu. Ama yıkıldı. Her odası güneş alan, çift asansörlü bir çirkinlik abidesiyle yer değiştirmişti hayallerim…

Beyaz saçları vardı Hüseyin Amca’nın. Aynı zamanda komşumuzdu. Eşi Fatma Teyze, ekmek dolabında sakladığı leblebileri bana ikram ederdi. Hem ne leblebi… Vişne büyüklüğünde kehribar sarısı onlarca bilye, ağzımda erir giderdi. Kırmızı motoruyla işe giderdi Hüseyin Amca. Çifte sürülmüş kilidi Besmele ile açar ve ilk iş olarak tost makinasının alt kısmını kızdırırdı. Muhtemel veresiye tekliflerine mukabil duvara asılmış levhaya inat, hep borç yazdırılan defter tezgâhın üstünde durur, kırmızı tükenmez kalem ise her zamanki yerini işgal ederdi. Fatma Teyze’nin sürekli kar gibi teslim ettiği havlu yine ter silme vazifesini ifa etmek için omuza alınır, haftasında kömürcü çıraklarının fanilasına dönerdi.

Graham Bell’in ilk telefon tesisatından daha iptidaî düafon sistemiyle, civar kahvehanelerin pokerci aylaklarına tost servisi yapar, “keyif ehli keratalar” diye de söylenirdi. Dört mevsim güzel tostlar yapardı. 3 numara salatalık turşusu ile İtimat marka sucuklar hiç değişmezdi. Yazın bol koyulan domatesin yerini kışın sulandırılmış salçanın alması herkesi üzerdi. Salça kaşığı ise paslanmaz Alman çeliği olup, sayısız yere düşme talihsizliği ile iki askerî darbe yaşamıştı.

Ben ve arkadaşlarım en çok yaz aylarında uğrardık. Almanya’dan gelen akrabaların bol keseden verdiği harçlıklarla Hüseyin Amca’nın yolunu tutar, yüksek taburelere adeta tırmanarak, ITT marka televizyona şöyle bir göz atardık. Sonra heyecan başlardı. Artık bir ritüel haline gelmiş tost yapma işlemini bir huşu içinde seyrederdik. Gazoz kapağı cesametinde kesilmiş altı adet sucuk dilimini önceden kızartıp, yağlanmış ekmeğe sarraf titizliğiyle dizerdi. Her tostta adil olarak gerçekleşen turşu domates paylaşımı ise sabrımızın tükendiği noktaya tekabül ederdi. İkiye katlanmış saman kağıdına maşa yardımıyla yerleştirilen tost, cam şişedeki SEK marka ayranın vazgeçilmez refiki idi.

Hele o milangaz ile çalışan, bir dudağı yerde bir dudağı gökte tost makinasının iki uzvu arasına koyduğu gürgenden yontma küçük, artık siyahlaşmış (yanmaktan) takoz yok mu? Tostlar ezilip parşomen kağıdına dönmesi diye takozu kenardan sıkıştırır, tam karar kalınlıkta (yıllarca) müşteriye servis yapardı. Neden sonra müşteriler azalır oldu. Rakibi lahmacuncu Yaşar Usta- ki kendisi Adanalı’dır- hamburger işine girip kolayı kutuyla satmaya başlayınca işler bozuldu. Zaten kahveler de kapanmamış mıydı? Çorumlu’nun çay ocağı fotoğraf stüdyosuna- modern tarzda- , Banazlı’nın kıraathane ise inşaat malzemesi satan bir dükkana dönüştü. Öyle ya müteahhidlere malzeme lazımdı.

Tostlar unutulmuş, palyaçolu gıdalar yarışı kazanmış ve Hüseyin Amca oyuncaklı menülere yenilmişti. Tavandaki helikopter pervanesi, dükkanı ikiye ayıran perde, -arkasını hep merak etmişimdir- AEG 1300 buzdolabı… hepsi yavaş yavaş önce dükkanı sonra 21. asrı terkettiler. İşgal ettikleri bir benim zihnim, bir de Hüseyin Amca’nın şükreden dili kaldı. Belki ileride buralardan da vuruşa vuruşa geri çekilecekler.

Fatma Teyze’ye gelince, O beni “torunumu sana vereceğim” diye kandırır, “elini çabuk tut” diye tenbihlerdi. Leblebiler artık bitmiş, torunu Amerika’ya burslu gitmiş, dükkanın yeni yerinde ise bir otobüs firmasının acentesi açılmıştı. Yakında banka da açılacakmış söylentisi geldi kulağıma en sonunda ve ben tragedya kavramının ne anlama geldiğini o zaman öğrendim…