Aşk bir Tanrı’dır demişti Sokrates.
Onunla Atina’nın agorasında konuşana dek duymamıştım bu sözü. Ve şimdiye kadar durup üzerinde ne denli sık, ne denli uzun, ne denli derin düşünürsem düşüneyim aforizmasına hiçbir anlam veremedim.
O gün daha fazla konuşmadık Bilge Sokrates’le. O, izin isteyerek ayrıldı bizden. Ben, Peistratos ve Pallas kentin kuzeyindeki küçük kulübeye doğru yola koyulduk. Kulübe Peistratos’undu.
Peistratos, bu şirin mekanın tüccar babasından kendine miras kaldığını söylemişti. Mirasın en kolay kazanç olduğunu o da biliyordu ama, kendi kazanımlarından doğan bir rahatsızlığı yoktu.
Oraya vardığımızda gün ışığının son kalıntıları da karanlığa yenilmişti. Şimdi burada siz olsaydınız yüzünüzü gökyüzünün karanlığına çevirdiğinizde en uzak yıldızları bile görebilirdiniz. Ama biz bunu yapmak yerine kulübeye girip taş ocağın karşısına oturduk ve özenle yaktığımız ateşe bakıp gülümsemeyi tercih ettik.
Karanlıkta ateşe bakıp gülümsemek, yaşama ilişkin öznel bir savaşımın simgesiydi benim için. Ve itiraf etmeliyim ki, Tanrı’nın yarattığı yıldızlarla savaşmaktansa bizim yarattığımız ateşle savaşmak daha kolaydı.
Peistratos ve Pallas -ateşle savaşıp yorgun düştükten sonra- uyuyakaldılar. Benimse bir türlü uykum gelmiyordu. Fakat şiddetli bir yorgunluk sanki omuzlarımın üzerine konuşlanmış ve dahası tüm bedenimi denetimi altına almıştı. Bir de buna, tinimin en kuytu köşelerinde varlığını duyumsadığım bıkkınlık eklenince imgelemimden sıkılmaya başladığımı anladım.
Geçmişte olduğu gibi not defterimi çıkarıp bir şeyler karalamaya çalıştım.
Ama zihnimi ne kadar zorlarsam zorlayayım -istediğim gibi- yazamıyordum. Doğrusu bir süredir içimden yazmak gelmiyordu. Yazmak istediğim ve yazacak bir şeyler bulduğum zamanlarda da, o an hissettiklerimin ve düşündüklerimin daha önce yazıldığının ansızın ayrımına varıyordum. Kendi öznel tarihim bir tarafa -dört bin yıllık- bilinen düşünce tarihi boyunca ‘her şeyin’ yazıldığı gerçeği, zihnime işte bu bilinci dayatıyordu.
Düşünenler, insana dair -yazılması gereken- her şeyi daha önce yazmışlardı.
Ve ben de bana dair -yazılması gereken- her şeyi yazmıştım. Bundan sonra yazılacaklar; ne özgün, ne de yetkin olacaktı. Özetle artık yazacak bir şey kalmamıştı. Böylece yazmaktan vazgeçtim.
Dışarı çıktım ve gökyüzüne ereksel bir bütünlük içinde serpilmiş bulutlara baktım.
Ve işte orada -baktığım yerde- görmek istediğim her şeyi gördüm.
Şimdi kutsal imgelemim vardı. Onun ta kendisi…
Ama artık imgelemimi bile sevmiyordum. Ve ondan nefret de etmiyordum.
Sonra karanlığı imleyen siyahların göksel dansına tanık oldu gözlerim. Böylece gerçeği -katışıksız gerçeği- keşfettim. Fakat o da tıpkı imgelem gibiydi. Artık onu da sevmiyordum ve ondan da nefret etmiyordum.
Gerçek, imgelem; geçmiş, gelecek; düşünce, duygu; yazmak, yazmamak; aşk, nefret ve diğerleri… Bütün bunlar; ne onları sevecek, ne de onlardan nefret edecek kadar değerli değildi benim için.
Daha önceleri kutsadığım kavramların ruhumdaki -en azından sadece benim ruhumdaki- yansımalarını öldürmüştüm. Kendi irademle öldürmüştüm onları. Tıpkı yine kendi irademle oluşturduğum gibi. Özetle artık; gerçek, geçmiş, düşünce, yazmak ve aşk yoktu.
Ansızın gözlerimi bulutların görüntüsünden aldım. Orada anlatacak hiçbir şey kalmamıştı. Gerçeğe döndükten sonra Sokrates’in tutuklandığını kitaplardan öğrendim. Dostlarının, kendisini cezaevinden kaçırma teklifini reddettiğini ve baldıran zehiri içerek hayatına son verdiğini de…
Artık imgelemimi de değersiz bulduğum için Sokrates’in yaşantısını anlatamamıştım. Oysa böyle bir sözüm vardı. Verdiğim bir sözü yerine getiremediğim için kendimden utanıyorum.
İnsanın kendine ve başkalarına verdiği sözleri -en azından bir kez olsun- unutma hakkının bulunduğunu düşünmek de rahatlatmıyor beni. Hatta, artık yazmak istemediğimi bilmek bile…
Hoşçakal Sokrates. Sen haklıydın.
Aşk bir Tanrı’dır ve insanlara özgü bir şey değildir.
Ve hoşçakal aşk
Tanrı seni kutsasın.