Hazret-i Şâh’ın âvâzı
Turna derler bir kuştadır
Âsâsı Nil deryasında
Hırkası bir derviştedir
Nil deryası ummân oldu
Sarardı, gül benzim soldu
Bakışı aslanda kaldı
Dövüşü dahi koçtadır
Nerde Pir Sultan’ım nerde
Özümüz asılı darda
Yemen’den öte bir yerde
Daha Düldül savaştadır
Şâh’ı, Pir Sultan Abdal, bu nefesinde, İmam Âli efendimiz için kullanır. Hz. Sultan’ın Şiirlerinde Şah, bazen Şah Hatayî, bazen İmam Âli (r.a) bazen de Hak anlamında kullanılır. Hem Hakkın bir sıfatı olarak Âli (yüce) hem de özel isim olarak İmam Âli efendimiz mânâsında kullanıldığı da vâkidir. Bu şiirinde açık bir şekilde İmam Âli için “şah” denmektedir. Şah, sultandır. İmam Âli efendimiz, irfan ve aşk sultanıdır. Velâyet sultanıdır. İrfan yollarının kendisine çıktığı bir ulu sultandır. Yiğitliğin, adanmanın, ilmin sultanıdır. Hayber kalesinin fâtihidir. Gönülleri fethetmiştir, fethetmektedir. Efendimiz’in gözünün nuru ve sırrı Hz. Fâtımâ annemizin kocasıdır. Efendimiz’in amcasınınoğludur. İlk Müslüman genç erkektir. İlmin şehrinin kapısıdır. Eti, Resulullah’ın etinden, kanı O’nun kanındandır. Cennet gençlerinin iki seyyidi Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in babasıdır. Kerbela şehidinin, “Şehitler Sultanı”nın sırrıdır. O, kaynağını Kuran’dan alan Allah Resulü’nün en kâmil vârisi olarak ümmetine ve insanlığa örnek olmuş bir âriftir. Nebi’nin (sav) vârisidir. O’nun âvâzı, sesi, sedası, sözleri, bugün hâlâ insanlığın kulağında çınlamaktadır. O’nun sesi, turnadadır. Turna, sadece bizim geleneğimizde değil, dünyanın pek çok kadîm geleneklerinde çok önemli bir motif olarak yer alır. Turna, bizatihi kâmil insanın imgesidir. Eski Türklerde, “hikmet sahibi ruh”u temsil eder. Türkistân’ın büyük Pîri Hoca Ahmed Yesevî, turna donuna bürünür. Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’nin, Nişabur’dan Diyâr-ı Rûm’a, bir turna olarak uçup geldiği ve Sulucakahhöyük’e konduğu, çeşitli anlatılarda geçer. İmam Hüseyin efendimiz için “turna” sembolü çeşitli metinlerde kullanılır. Turna, Hz. Hünkâr’dan feyizlenmiş olan Yeniçeri’nin kalbidir. Yeniçerilerin, börklerinin ön kısmında turna tüyü bulunduğunu hatırlayalım. Esasen geleneksel/irfânî şiirimizin sembolizmin alanları arasında, “kuş sembolizmi”ni kullanan verimler, ciddî bir yekûn tutar. Halk türkülerinde de kuşlar, ima ettikleri anlamlar açısından yaygın biçimde yerini almıştır. Yunus Emre, “dervişler uçar kuşlar / deniz kenârın kışlar” der. Dervişi, göçmen kuşa benzetir. Hakikat yolcusunun seyr ü sülük tecrübeleri, göçmen kuşların göç öyküsüyle yansıtılır. Derviş, göçmen kuştur, denize doğru uçar, erişir ama denizde (cem, vahdet) sürekli kalınmaz, kıyıya (farka) gelir, orada tevhid bilinciyle yaşar. Yine Yunus Emre, “bir kuş olup uçmak gerek / derya deniz geçmek gerek” der. Aynı sırrı söyler. Âşık Musa Aslan’dan derlenen bir Amasya türküsünde yine turna motifi merkeze alınır : “Gökyüzünde bölük bölük turnalar / Nerededir meskeniniz eliniz / Bir nâme yazayım yâre götürün / Dost eline uğrar m’ola yolunuz Telli turnam gökyüzünün gülüdür / Esip konducağın Bağdat elidir / Gözüm yaşı mahramalar çürüdür / Aşamazsan telli turnam dön geri.” Mahrama için sözlükler şöyle diyor: “Bazı bölgelerde kadınların sokağa çıkarken manto üstüne örtündükleri işlemeli geniş örtü, makrama. Havlu. Yüz örtüsü, peçe. Mendil. Büyük mendil.” Türküde, “telli turnam gökyüzünün gülüdür” ifadesi özellikle vurgulanmalı. Göğe (ruha) ait bir mecaz olarak turna, irfanî sözlükteki “Âdem-i Mânâ”yı da hatırlatıyor.
Kuş sembolizminden söz edildikte, Süleyman Peygamber’e de atıfta bulunmak gerekebilir. Yunus Emre’nin, “Süleyman kuş dilin bilir dediler / Süleyman var Süleyman’dan içeru” mısrâlarında ifadesini bulan gerçeklik, Kuran’da, Neml sûresi, 16. Âyette geçen sırla ilgilidir : “Süleyman Dâvûd’un yerine geçti. Dedi ki: “Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden gerektiği kadar verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur.” Buradaki “kuş dili”, hem kuşları kendi dillerinden anlamak hem de anlamı mazmunlarla gizlemiş kapalı/örtük (hermetik) grameri olarak anlamak yerinde olacaktır. Bu, hikmetin dilidir, âriflerin lisanıdır. Gönülde Hak tecelli ettiğinde irfan doğar ve bilge kişi marifetullaha ulaşır. “Mantıku’t-Tayr”dan (kuş dilinden) anlar hale gelir. Bütün varlık, kendi diliyle Hakkı hamd ile tesbih etmektedir. Ârif kişi, varlığın dilini bilendir. Kuşların da diline âşinâdır.
Turna, hem kâmil insanın imgesidir hem de gönül anlamındadır.
Hazret-i Şâh’ın âvâzı, turna derler bir kuştadır
Âsâsı Nil deryasında, hırkası bir derviştedir
Hırka da, kâmil insanın sırrını taşıyan sembollerdendir. İlk hırkayı, Âdem Peygamber’in giydiği söylenir. Efendimiz’in, birisi, Yemen’den gelmiş olan hırkaları vardı. Kendilerini ilim ve irfan yolunda adayan özel dostlarına Ashab-ı Suffa denirdi. Suf, yün demekti. Hırka yünden dokunuyordu. Aynı zamanda saflaşmış olmanın da belirtisiydi. Mürşid-i kâmiller için hırka bir alamet, bir belirtiydi. Bektaşî geleneğinde hırka, “kusurları örtmenin bir aracı” olarak da düşünülmüştür. Hırka giymeye ehil kişi, Hakkın “Settâr” ayıp ve kusurları örtücü vasfıyla ahlaklanmıştır. Ebu’l-Hasan Harakanî’nin Seyr ü Sülûk Risâlesi’nde, Hz. Cebrail’in, bir gün Peygamberimize hırka getirerek, “Ey Allah’ın elçisi, Allah, bunu size gönderdi ve giymenizi, sonra da birine vermenizi emretti” der. Efendimiz giyer ve Hazret-/i Âli’ye, “Ey Âli, bunu sana versem, ne yaparsın?” diye sorar. İmam Âli efendimiz, “onu giyer, onunla insanların kusurlarını, ayıplarını örterdim” der. Bunun üzerine Efendimiz hırkayı O’na verir. Şeyh Sâfî Buyruğu’nda şöyle denir : “Eğer sorsalar, hırkanın yakasında ne yazılıdur?” Eyit ki: “La ilâhe illallâh Muhammed Rasûlallâh. Eteğinde Alî veliyullah” ve hırkanın beline ne yazılıdur? yâ kabûl, yâ şekûr, yâ kerîm, yâ mürşid ve hırkanın eteğine ne yazılıdur? yâ vâhid, yâ ferd, yâ samed ve hırkanın zâhiri izzetdür ve bâtını nurdur. Çün kim hırka giymek murad eylersen bu şartları bilesin tâ ki hırka sana helâl ola. Hırka oldur ki: Yünden ola. Zirâ kim cemi hırka ehlinin hırkası yünden idi. Evvel hırkayı Âdem Peygamber giydi. Ol vakit-kim Âdem Peygamber Havvâ ile Uçmak’tan dünyaya gönderdiler, üryân idi.”
Pir Sultan Abdal, Hazret-i Âli’nin velayet hırkasının bir dervişte olduğunu söyler. O derviş, Peygamberimiz’in en kâmil vârisidir. Onlar her zaman ve zeminde bulunurlar. Kuran’ın hazinelerinden insanlığa vahdet şuuru yansıtır, huzur ve esenliğe vesile olurlar.
Âsâ da, insan-ı kâmil sırrıdır.
Hz. Musa, âsâsıyla Kızıldeniz’i yarar (Şuarâ, 63), taşa vurarak oniki kaynak/pınar fışkırtır (Bakara, 60), daha nice olağanüstü olay yaşatır. Âsâ, sadece O’nun sırrı değildir. Bütün nebi ve resuller kullanmıştır.
Hazret-i Âli’nin âsâsı, Nil nehrindedir. Çünkü, Nil, kaynağı cennet olan bir denizdir. Nil, kâmil insandır, cennettir, kesintisiz saadettir, bolluk berekettir, huzurdur, emniyet ve selamettir. Nil, “gayb ricâli” denilen, bu âlemde manevî görevleri olan Üçler’den birinciyi sembolize eder. Üçler, Besmele sırrıdır : Uluhiyyet, Rahmaniyyet ve Rahîmiyyet… Uluhiyyet, bütün âlemlerde câridir. Rahmaniyyet, bütün varlığı kuşatmıştır. Mutlak âdil ve merhametin tecellisidir. Rahimîyyet, Allah’ın müminlere özel merhametini ihtiva eder. Dicle ve Fırat ise, Üçler’in ikincisi ve üçüncüsünün sembolü olarak yorumlanmıştır.
Nil deryâsı yani insan-ı kâmil, coşup taşmış, bir ummâna dönüşmüştür. Hak sırrı artmış, zâhir olmuştur. İrfan çoğalmış, yaygınlaşmıştır. Vahdet algısı derinleşmiştir. Bu, hayrette olanın gül benzini sarartan bir güzelliktir. Hazret-i Âli’nin bakışı aslanda kalmıştır. O, zaten, “Allah’ın Aslanı” olarak niteleniyordu. Öyle bir yiğitti ki, “koç” gibi vuruşurdu. Savaşta düşmanın yüreğine korkular salardı, benzeri olmayan bir erdi.
Hz. Sultan, özünün darda asılı olduğunu söylerken nefis eğitiminde ona kıydığını, ölmeden evvel öldüğünü ima ediyor. Aynı zamanda toplumsal tercihleri bakımından da her an “siyaset günleri”nin gelip çatabileceğini, siyaset meydanında her an darağacına çıkarılabileceğini de belirtiyor. Yemen’den yani “Rahmaniyetin tecelligâhı” olan bu kutsî topraklarda Düldül’ün hâlâ savaşta olduğunu söylüyor. Yemen, bugün yoksulluk, açlık ve savaşlarla kavrulan azîz topraklar. Pir Sultan’ın bu mısra bugün için de geçerli… Kaynaklar bize, Düldül’ün Mısır hükümdarı Mukavkıs’ca, 627 yılında Peygamberimiz’e gönderilen değerli armağanlar arasında bulunan son derece güçlü ve rüzgâr kanatlı bir binek olduğunu söylüyor. Efendimiz ilkin Ukbe b. Âmir el-Cühenî’ye vermişti Düldül’ü. Sonradan İmam Âli Efendimizin uhdesine geçti ve asıl binicisini bulmuş oldu. Peygamberimiz, “nefisleriniz bineklerinizdir” buyurmuştur. Düldül İmam Âli efendimizin benliğine hâkim oluşunun da en güzel belirtilerindendir. Hazret-i Âli ile ilgili cenknâmelerde ve diğer anlatılarda Düldül önemli bir yer tutar. İmam’ın kahramanlıklarını, fetihlerini, çarpışmalarını konu edinen menkıbelerde Düldül ve Hakikat’in sembolü olan Zülfikârla ilgili pek güzel ifadeler yer alır. Nefes’in sonu bize, hayvanî nefs ile insanî ruh arasındaki savaşın, her an her yerde olduğunu söylüyor :
Nerde Pir Sultan’ım nerde
Özümüz asılı darda
Yemen’den öte bir yerde
Daha Düldül savaştadır