Uzaktan bakıyoruz kendimize, herkes gibi ellerimiz, herkes gibi gözlerimiz, herkes gibi saçlarımız var. Ellerimiz meyvelere uzanır, bahçeleri severiz, çiçekleri, çiçekler içinden bazılarını daha çok severiz. Ayaklarımız alışkındır bazı yerlere gitmeye. Gözlerimize aldanıp, işte, dünya dedikleri bu memleket, insanların ülkesi, deriz. Isınmamız gerekince ısınır, serinlemek isteyince serinleriz. Bebek derler, çocuk derler, ergen derler, genç, delikanlı, orta yaşlı, ihtiyar…derler. Bir tanım dolaşır durur üzerimizde. Kendimizi tanımlamak için terzilik yaparız. Böyledir dünya hali; yaşar gideriz işte.

Yaşayıp gidiyoruz; bunu sahih olmasa da sahiden yapıyoruz. Yol üstünde öyle bir durak da var; bazen derin okumalar yapıyoruz yaşamak ve gitmek üzerine. Derin sandığımız, derin saydığımız suları boyumuzla ölçüyoruz. Boyumuz ölçülmüştür çünkü; hayat boy ölçümüzü alıyor günbegün. Ölçüler, tartılar, tanımlar arasından sıyrılıp, yüreğimizdeki sonsuzluğun tadına ulaşmak için bir yol arıyoruz yerine göre. Bulduğumuzu sanıyoruz, nafile…

Varsın ucu “nafile”ye çıksın; bulduklarımız da vardır. Arayıp bulduklarımız, aramadan bulduklarımız, arayıp aramama noktasında kararsızken ansızın bulduklarımız…Bulmak üzereyken bulduklarımız, bulduktan sonra kaybedip tekrar bulduklarımız…

Ve aradıklarımız… Neyi bulacağımız bilmeden aradıklarımız, bulduğumuz halde aradıklarımız, bulduğumuz neyse onun yol açtığı yeni aramalar… sürer gider böyle.

Sürüp gidene küçük bir katkıdır kavradığımız her şey.

Toprakla buluşacağımızı bildiğimiz halde toprak kavgaları yaparız; toprağın kardeş kıldığı insanlar olduğumuz halde kardeş kavgaları… Annemiz toprağın memelerinden, gözümüzü doyurana kadar annemiz, doyumsuzluk yayılır yeryüzüne.

Hasılı, uzaktan bakarız kendimize. Ahmaklığımıza bakın ki, kendimizi tanımakla, birilerini tanımakla, birbirimizi tanımakla övünürüz. Övüncümüzü de, sevincimizi de kursağımızda bırakan o an gelene kadar; açılana kadar sevgili, yeni ve öteki ülkemiz…

Oysa kardeşlerim, kendimizi taşıyoruz; hangi ıssız bahçeye, hangi sokağın karanlığına bırakacağımızı bilmiyoruz. Ellerimiz nereye uzansa bir yangınla öpüşüyor; bir serinlik aramakla geçiyor “ömrümüz”. Ömür, sen ne tatlı sözcüksün; senin de tadına bakacak ateş. Sen de döküleceksin; dökülürken buharlaşacaksın… …

Ne kadar nakışlı, ne kadar büyülü olursan ol her adım kırılmak için, diyorum vazoya. O tınmıyor; biliyor bir kadın olduğunu, benden bir parça olduğunu, eğelerimdeki sızının onun yüzünden olduğunu… Kendime yüzlerce Leyla hayal ediyorum; hepsi eksik kalıyor; hepsinin diğer yarısı bende.

Dünya bir aşüftenin gözleri gibi dönüyor içimde ay dolunup sular yükseldiğinde. “Kurtların nehri geçtiği/Aylı bir gece vaktidir içimiz” diyor ya şair; anlıyorum. Ve “nerden baksam ay bir tane.” Oysa bilsen, sen de aysın, kendini ay sandığından daha aysın; ondandır sana her baktığımda tutuluyorum, her bakışımda içimde nehir geçiyor kurtlar. Kanımın ırmağında boğulan yalnızca kendi sesim. Ay da, ırmak da, kurtlar da, kendim de, sesim de kuyularda…

Boşuna bekliyoruz; bizi kendimize getirecek, kendimizi unutturacak, çırılçıplak bırakacak bir depremi; bir aşk kasırgasını kolayca dinmeyecek… Masallara gömülüyoruz; başka uykulara…