Ben yüzyıllar önce öldüm. Cenazemi -bana hep tinsel soğuğu anıştıran- kupkuru bir meşe tabutta taşıdılar. O zamanlar yaşayanların ölülere hissedilir bir saygısı vardı ve eğer siz de o zaman yaşasaydınız bu gerçeğin biricik tanıklarından biri olabilirdiniz. Bana saygınız var mı artık bilmiyorum. Elleri, ayakları, göğüs kafesi, kocaman ama işe yaramaz beyni ve başka her şeyi çürümüş bir bedenim ben artık. Ama ruhum ve zihnim hala yaşıyor.
Şimdi size anlatacağım öykü hem zor, hem de basit. Bu tür öyküleri bilirsiniz; tıpkı gerçeği birebir yaşadığınız hayatta olduğu gibi karşıtlar arasında sanıldığının aksine uçurumları çağrıştıran farklar yoktur. Belki karşıtlara ilişkin uzamsal farklar sizi hep ürkütmüştür. Öyle ki, ilkel ama bilge bir Afrikalı’nın bile bütün zamanların en iyi tedavi yöntemiyle iyileştiremediği derin bir yara gibi görmüşsünüzdür o farkları. Ve hala kanayan bir yara gibi…
Oysa zihinsel ufkunuzu -tıpkı bakire bir kızın kendini erkeğine teslim etmesi gibi- metafiziğin cömert kollarına sakınımsızca bırakırsanız anlarsınız herşeyi. Evet size diyorum; işte o zaman anlarsınız gündüzle gecenin, karanlıkla aydınlığın, ölümle yaşamın ve hatta erkekle dişinin bir ve aynı şey olduklarını… Ve yine işte o zaman anlarsınız gerçeğin en azından Olympos Dağı’ndaki Tanrılardan daha yakın olduğunu bizlere…
Sanırım herşeyi -birbirinden kopuk onlarca anıyı, kişileri ve onların eylemlerini- betimlemeye başlamadan önce hepinizden özür dilemeliyim. Çünkü -az önce de değindiğim gibi öykünün zor ve aynı zamanda basit olması beni olabildiğine ürkütüyor. Bu ürküntünün, gerçeği neredeyse yeniden kurgulayıp zihninizin beğenisine sunma yolunda imgelemimi ne kadar olumsuz etkileyeceğini siz hesap edin.
Ama hiçbir olumsuz etken şimdi benim -geveze bir anlatıcı olan benim- öznel tarihimin bir kesitinde kalan öyküyü anlatmamı engellemeyecek. Bu öykü aslında tam olarak çok yakın bir dostumun öyküsü. Ama ben onun öyküsünü anlatabilecek kadar cüretkar görebiliyorum kendimi ve hatta o öykü aynı zamanda benimdir diyebiliyorum.
Evet onun öyküsü ve benim öyküm… Yalnızca gerçeği ya da sanalı değil, her ikisiyle birlikte gerçekle sanal arasındaki ayrımı da sizlere sunan öyküm.. Biricik, kutsanası öyküm….
………..
Size anlatmak istediğim öykü 2. bin yılın son günlerinde başlıyor. Sözünü ettiğim dönem, şimdilerde yazınsal iletişimin antika aracı gibi gözüken İnternet olgusunun yeryüzünde etkinliğini iyiden iyiye göstermeye başladığı yıllara karşılık gelir. Bir başka deyişle, erişime sahip insanların birbirlerine o sanal iple sıkıca bağlandığı kutsal günlere…
1970’in ilk günlerinde Amerikan Savunma Bakanlığı; araştırma kuruluşları ve üniversiteler arasındaki bilgi alışverişini sağlamak amacıyla local bir network ağı kurarken, kimse bu ağın daha sonra Internet adını alacağını ve giderek evrensel bir ağa dönüşeceğini olasılıkla bilmiyordu.
1991 yılının Kasım ayında bu ağın omurgası T1’den T3’e, (T1 bağlantılara verilen addı) merkez sayısı 16’ya, merkeze bağlı ağ sayısı ise 3500’e çıkartıldı. Böylece Internet denilen yapı ortaya çıktı.
Local ağı oluşturan kuruluşun adı; Internet’in başlangıçta hangi amaçla kurulduğu konusunda yeterince fikir veriyor olmalı: Savunma konusunda…
Peki neyin savunmasıydı bu? Bütünüyle gerçek bir toprağın mı, yoksa bütünüyle sanal bir dünyanın mı?
Öyküyü bilirsiniz; yeryüzündeki uygarlıkların başta savaş ve barışlar olmak üzere hemen bütün temel eylemlerinde toprağın önemli bir rolü vardır.
Ben, aslında hiç kimsenin olmayan bir toprak parçasını çitle çevirerek, “Heyyy! Aptal Ademoğulları, burası benimdir. Kimse bu çitten içeri adımını atmasın” diyen ilk kurnaz kişiye Jean Jacques Rousseau kadar kızgın olmasam da toprağın birçok savaşın belirgin gerekçesi olduğunu kabul ediyorum. Ve hemen bütün savaşların ‘savunma’ denilen o tılsımlı sözcük, o melez dansöz ve hatta o kıvrak piton yılanının etrafından öbeklediğini de…
Ama bu kez ortada savunma gerektiren bir savaş yoktu ve dahası kutsal Internet ağı -o zamanki adı Arpanet’ti- da toprağa gereksinim duymuyordu.
Yine de bu topraksız dünya, kimi zaman sıcak, ya da en azından komünikasyonal savaşların nedeni olacaktı. Bilgiye endeksli istihbarat ağının yine aynı dönemlerde serpildiğini hesaba katarsanız Internet’in espiyonaj ve kontrespiyonaj faaliyetlerindeki etkinliğini de hemen hiç tartışmasız kabul ederseniz.
Aslında bu Internet denilen yapı, son çözümlemede tam olarak bir enformasyon deposuydu. İstediğiniz bilgiye avucunuzun içine aldığınız mouseyle -eğer serverların azizliğine uğramadıysanız- anında ulaşabilirdiniz. Başlangıçta Internet’in ana serverı dönemin süper gücü -ya da bir başka deyişle Big Brother’ı- ABD’ye yerleştirilmişti. Fakat ağ giderek globalleşince diğer ülkeler de tılsımlı makineyi -computeri- kendi serverları üzerinden kullanır oldular.
Internet’in bu sarmal dönüşümü sürerken, sanal dünya üzerinde yepyeni buluşlar da gerçekleşti. Bunlardan biri ve hatta en önemlisi ‘chat’ olgusuydu. Kelime anlamı olarak sohbet ya da teklifsiz konuşma anlamına gelen chat, birden fazla kişinin net üzerindeki bir havuzda yazışması üzerine temellendirilmiş sanal bir iletişim biçimiydi. Bu iletişim, onlarca server üzerinden yüzlerce ve ya da daha doğrusu binlerce channelda gerçekleştiriliyordu.
Serverların en ünlüsünün adı Daphnet’ti ve binlerce chater tarafından kullanıldığı için eğer deyim yerindeyse omuzlarında taşıdığı sanal yükü artık kaldıramaz hale gelmişti. Channellardan en çok rağbet görenleri isim ya da giderek populariteden ötürü yüzlerce ziyaretçisi bulunanlarıydı. Ancak bunlar niteliksiz niteliğiyle öne çıkanlardı ve nete erkek ya da kız tavlamak için değil, zihninizi parmaklarınızın aracılığıyla konuşturmak için girmek istiyorsanız hiçbir deneyimli chater size bu chanelları tavsiye etmezdi. İkinci gruba girenlerin ziyaretçisi çok daha azdı ama işte burada entellektüel tartışmalara girerek -özellikle gerçek yaşamda kendisini yeterince tanıtlayamayanlardansanız- insanları zeka, bilgi ve hatta yaşamsal deneyimlerinizle ezebilirdiniz. Tam tersi bir olasılıkla karşı karşıya kalabileceğinizi de eklemem gerekiyor bu arada.
Neyse, O’na sorarsanız O genelde nicelik değil ama nitelik itibariyle öne çıkan channelları tercih ediyordu. ‘Kim, ne zaman, nerede?’ gibi soruları sorduğunuzu sezer gibi oluyorum. Acele etmeyin, bu soruların yanıtını aşağıda bulacaksanız. Öykünün tamamını da…
…………
Ekvator’un hemen kuzeyindeki tropikal bölgelerde kışlar ve yazlar aynıdır. Aslında kış ve yaz yoktur burada ve siz eğer kış ya da yazın farkını daha önceden bilmiyorsanız karşıtların buradaki diyalektik birliğinin ayrımına tam anlamıyla varamazsınız.
Burada tıpkı kış ve yaz gibi soğukla sıcak da bir ve aynı şeydir. Gündüz ile
gece arasında belirgin bir sıcaklık farkı göremezsiniz. Ya da daha geniş bir anlatımla Ağustos ayında denize girebildiğiniz gibi, Şubat ayında da yüksek sıcaklığa yargılı o veya bu eylemi gerçekleştirebilirsiniz.
Burası olabildiğine kurak ama aynı zamanda azımsanmayacak kadar nemli bir yerdir. Burası betimlenemeyecek ölçüde yeşil ve ayrıca sıradan herhangi bir kelimenin size anlatabileceği kadar çorak bir yerdir. Burası hem -işte bu gerçek kumraldır- diyebileceğiniz bir Kuzey Amerikalı ve ‘neredeyse simsiyah teniyle size karanlıkları çağrıştıran’ has bir Güney Amerikalı ile aynı anda ikisinin bireşimini barındıran bir yerdir. Burası hem bir ada, hem de bir kıtadır.
Ve burası Aruba’dır.
Tanrım! Aruba Adası’na geldiğim ilk günleri anımsıyorum da… Ne günlerdi onlar! Ama bir özlemi duyuran sıradan bir anımsayış değil bu. Daha çok
zamanın ne kadar acımasız olduğunu belirgin bir biçimde anımsatan bir anımsayış… Gerçi zamana kızmıyorum. Beni geçmişe ya da geleceğe değil de; bugünlere tutsak ettiği için kızmıyorum zamana…
Çünkü zaman bekareti bozulmamış bir fahişedir ve siz onunla sevişecek kadar aptal değilseniz, o da bir fahişe olmasına rağmen sizinle sevişip bekaretini bozmayı göze alamaz. Yine de insan-zaman ilişkileri bu cümlenin anlatamadığı kadar karmaşıktır.
Sanırım ben de yıllar önce bunun ayrımına vardığım için zamanla savaşmayı ya da sevişmeyi değil, onunla olumlu ya da olumsuz hiçbir koşulda temas etmemeyi öznel yaşantım açısından uygun bulmuştum.
Ve buraya gelmiştim. İşte bu Ada’ya… Böylece yeryüzünün uzaklardaki bir başka herhangi bir bölgesinde tutsak bıraktığım öznel tarihimden uzaklaşacağımı düşünmüştüm. Ve bugün gelinen nokta gösteriyor ki, bunu kısmen başarmıştım da…
Güney Amerika’nın Atlas Okyanusu’na açılan 100 kilometre kuzeyinde bir sülünün zerafetiyle duran Aruba Adası’na ulaşmak için ilkin Porto Rico’nun başkenti San Juan’a 1999’nun Şubat ayının 16. günü inmiştim. Bizi taşıyan uçak o gün Newyork’tan havalanmıştı ve ilkin -Manhattan da dahil olmak üzere- kentin ünlü semtlerinin üstünde süzüldükten altı saat sonra San Juan’a inmişti. Aslında buradan tam olarak yarım saatlik bir uçuştan sonra Venezuela’nın başkenti Caracas’a inebilir ve oradan şiddetli dalgalara dayanıklı küçük bir tekneyle bile Ada’ya geçebilirdiniz.
Ama ben San Juan’dan görkemli bir gemiye binip neredeyse Şeytan Üçgeni’nin paralelinde Aruba Adası’na gecenin karanlığında yol almayı tercih etmiştim. Daha çok geminin kıç tarafında güvertede uyuklayarak geçirdiğim bu yolculuk bana; Delos’lu Khaos’un iki bin 400 yıl önce Miletos’a yaptığı yolculuğu çağrışmıştı. Khaos ise yine benim hayalimin ürünüydü.
Tanrım! Uçmayı ne kadar seven bir beynim vardı ve imgelemim de, üreticisi olan beyni bile kıskandıracak kadar ileri gitmişti geçmişte. Kurguladıklarım ve yazdıklarım işte o imgelemin ürünüydü. Şimdi yaşadıklarımsa gerçekti. Hem de daha sonra iyi anımsayıp anlatabileceğim kadar gerçek…
“Hiç olmazsa şimdi, şu an gerçeği yaşıyorum” dedim hemen yanıbaşımdaki kılıksız adamın duyabileceği sesle.
Adamın, ilk bakışta henüz içi oyulmamış küçük ve şirin patlıcanları anıştıran bir burnu vardı ve anımsayabildiğim kadarıyla dudakları da o patlıcana sap olabilecek ölçüde inceydi. Bir melez olduğunu gösteren yanaklarını kasarak gülümsedi ve “Hangi gerçek?” dedi.
“Kaç gerçek var ki” dedim meraklı bir tonda. “Ve sen gerçeği, bu soruyu sorabilecek kadar biliyor musun?”
“Adım Premiya” dedi adam. “Memnun olmak isterim.”
Lafı değiştirip benimle tanışmak istediği her halinden belliydi.
“Forero” dedim elimi içtenlikle uzatıp. “Memnun oldum. Katışıksız bir Fransızım. Sense İspanyol kökenli bir meleze benziyorsun.”
“Cojone İspanyolu!” dedi küfürbaz bir tonda. Sıradışı bir içtenlikle yeterince İspanyol olmadığından şikayetlendiği sezinlemiştim.
“Boşver” dedim kasıla kasıla. “Hiçbir şey yeteri kadar olması gereken şey değildir.”
Premiya gözlerini yakamoza dikti. Koyu siyah saçları, ölgün ayışığının deniz yüzeyindeki izdüşümlerinin etkisiyle parıl parıl parlıyordu.
“Shine on you crazy diamond” dedim sanki ani bir refleksle.
Bunu, o an Premiya’nın parıldayan saçlarının ilhamıyla söylediğime yemin bile edebilirdim ve Premiya’nın da bu sözü neden söylediğimin ayrımına vardığına emindim.
“Parıldat kendini çılgın elmas” dedi Premiya İspanyolca yineleyerek. Şimdi sanki orada kendisinden başka hiç kimse ve hiç bir şey yoktu ve siz de burada
-bu kutsanası yerde- olsaydınız durumun tam olarak bundan ibaret olduğunu bir bakışta anlayabilirdiniz.
Gözlerimi, yakamoza öylece bakakalan Premiya’ya diktim. Olasılıkla şimdi öznel tarihinin şu dönemindeki herhangi bir anısıyla bu dönemindeki bir başka herhangi bir anısını çarpıştırıyordu. İnsanlar bunu sıklıkla yaparlar ve çoğu zaman da bunun farkında bile olmazlar.
Şimdi Premiya’yı gözlemleyen ve giderek bu yazıyı kaleme alan yazar olarak beynimi salıvermiştim. İmgelemim yine öyküye yön veriyordu.
İşte şimdi Madrid’te Amor Barı’nın önündeki falanca anla, California’da o görkemli Sekoya ağaçlarının gölgesinde yaşadığı bir başka an kavgaya tutuşmuştu sanki. Bu an diğer anı döver. Sekoya’nın gölgesinde ilk aşkı Olga ile seviştiği anı yeniden kurguluyordu şimdi Premiya. Tanrım! O nasıl birşeydi öyle? Premiya ilkin Olga’nın pembe dolgun dudaklarına ince bir buse kondurmuştu ve sonra gerisi gelmişti. Saatlerce öpüşüp koklaşmışlardı ama zamanın hangi hızla aktığının farkında değillerdi.
Premiya’nın ince uzun parmakları, Olga’nın dokunulası teniyle her bir temasında daha fazla titremeye başlıyor ve kızın kalbi de o ölçüde daha hızlı çarpıyordu. En sonra bir beden olmuşlardı, ortaya bir başka küçük beden çıkarabilmek için… Premiya o anı; bir çöl yılanının Antartika’da bir kutup ayısıyla çiftleştiği, işe yaramaz bütün meleklerin yeryüzüne inerek biraraya gelen iki bedeni gıdıkladığı ve zamanın mekanı değil, mekanın zamanı fethettiği tek an olarak betimliyor olabilirdi.
Sonra Amor Barı ve yerli çikolotalarla tüketilen bardaklarca viski, Paco Pena’nın çılgın gitar soloları eşliğinde yapılan bir o kadar çılgın danslar ve başka aşklar ve başkalarının aşkları…. Neresinden tutarsanız tutun bir türlü yakalayamadığınız, hepsi birbirinden kopuk bir dolu anı işte…
“Pink Floyd’u özlüyorum” dedi ansızın. “Shine On’u, Sings Of The Life’ı, Comfortably Numb’u ve diğerlerini özlüyorum.”
Gülümsedim. Tüm ufku kaplayan gecenin karanlığına bakıp gülümsedim hem de… Pink Floyd’u ben de çok severdim.
“High Hopes’in sonundaki gitar soloyu anımsıyor musun?” dedim.
Özlemle iç çekti ve başıyla onayladı.
“Vasiyetim var” dedim devamla. “İşte o soloyu ölünce cenazemde çaldıracağım.”
Bu kez o gülümsedi ve “Gilmour’un müzik dehasına bu kadar sadık bir başka Pink hayranı görmedim” dedi şaşkınlıkla.
Tepkisiz kaldım bu sözlere. Tepkisizliğin en büyük tepki olduğu anlar vardır. Öyle ki, çok şey söylemeniz gerektiği durumda hiçbir şey söylemeden hemen herşeyi söylersiniz. Çünkü hangi koşulda olursa olsun birşeyleri söylemeye başladıktan sonra hakkınızı kullanmaya başlayacak, ama sonuçta
birçok şeyi anlatamadan hakkın kullanımına son vermek zorunda kalacaksınızdır.
Benim de, Pink ya da Gilmour ya da tanrısal müzik üzerine söyleyeceğim çok şey vardı ama Premiya’ya o anda hiçbirşey şey söylememek birşeyler söylemeye çalışmaktan daha yeğdi.
“Ada’ya ne için gidiyorsun?” diye sordu ansızın Premiya. Bu, bir merakı gidermekten çok konuyu dağıtmaya yönelik bir soruydu.
“Çok sayıda insanın arasında nasıl yalnız kaldığımı görmek için” dedim kaba bir anlatımla. “Yalnızken çok fazla meşgul oldum sanırım. Meşgul olmak istemiyorum artık. Bazen önceliklerinizi yeniden belirlemeniz gerekir. Ve baktığınız yeri de değiştirmeniz…”
Premiya, gözlerimin içine baktı. Sanırım gözbebeklerimdeki hınzır gülümsemenin ayrımına varmıştı. Bir an aslında bu gülümseyişin ruhsal acılarımı gizlemeyi amaçladığını anladığını sandım.
“Peki nerden bakacaksın?” dedi yerinde bir merakla. “Ve sakın bakan bir özne olmaktan çok, bakılan bir nesne olmayasın. Kendisine hayatın en güzide mekanında yer arayan bir nesne…”
“Bilmiyorum” dedim. “Şimdilik bilmiyorum. Ama daha çok özne olmayı tercih ederim. Olaylara müdahale eden bir özne…” Kafamı kaşıdım. “Peki ya sen neresindesin hayatın? Ne için savaşıyorsun ve sürekli kaybetmekten başka bir kazanımın var mı?”
“Hayat için savaşıyorum” dedi Premiya bir solukta. “Hayat için ve hayatla. Değerli bir şey için yapılan tek değersiz savaşım bu. Sonu insan için; Kaf Dağı’nın, ya da Atlantis’in gizleri kadar bilinmez olan bir savaşım. Anlamlıyı ya da anlamsızı sorgulamamanı gerektirecek kadar anlamsız bir savaşım. Ve ölene kadar yaşamak için yapılan bir savaşım.”
Gözlerimi; uzaklara, taa uzaklara diktim. Sanki şimdi burada değil, olmak istediğim yerde olmak istediğim anlarla birlikteydim. Anlatmaya başladım:
“Yıllar önce bir sevgilim vardı. Sevdiğim ve benim sevgimi seven bir sevgili…
Şimdi düşünüyordum da, onunla sanki anımsanamayacak kadar eski zamanlarda tanışmışım gibi… Sanırım insan birşeyi ne kadar çok özlerse, o şey insandan o kadar uzaklaşıyor. Ondan ayrıldıktan sonra, daha doğrusu o benden ayrıldıktan sonra eski anları özlediğimi ve özlediğim anların benden uzaklaştığını hissettim. Ve o anlar benden uzaklaştıkça ben de onları anımsamaz oldum.”
“Neden ayrıldınız?” diye sordu Premiya boğuk bir sesle.
“O sadece beni değil, yaşamı da terketti” dedim.
Premiya, “üzüldüm” dedi. Söylemese de yüz ifadesindeki ani değişimden anlamıştım üzüldüğünü…
“Pişmanlık” dedim Premiya’nın yüzüne bakıp sırıtarak. “Hayatta en çok pişmanlık duygusunu hissettim. Ama; gerçek bir pişmanlığın geçmişte kalan en güzel anlarımı bana geri verip veremeyeceğini düşünmedim hiç. Sen düşündün mü?”
Premiya iç çekti. “Ölen karımla ben 21 yaşındayken evlenmiştik. O ise henüz 19 yaşındaydı. Babamın bana bıraktığı en büyük maddi kalıt olan çiftlik evinde otururduk onunla. Ve hatta aylarca orada yalnız kaldık. Her akşam sevişirdik. Seviştikten sonra taş ocağın karşısına geçerdi O ve ateşe bakıp gülümserdi. Ateşin yaydığı ışık demetleri, O’nun çıplak göğsü üzerine düşerdi hep. Ve göğüsleri, kızıla kayan evrenin en uzak köşeleri gibi parıldardı.”
Hüzünlüydü Premiya. “İşte eğer birisi bana olağanüstü şeyler bağışlayacak olsaydı o anları isterdim. Sadece ve sadece o anları…”
“Boşver” dedim. “Boşversene sen. Bu mümkün değil.”
“Biliyorum” dedi. “Biliyorum. Ama sen sordun. Sanırım cevabını bildiğin soruları sormaktan hoşlanıyorsun.”
“Evet” dedim karanlıkta sırıtarak. Sonra sustum.
Uzaklara baktım. Gemi Ada’ya -ulaşmak istediğim Aruba Adası’na- yaklaşıyordu. Burada yenilikler bekliyordu beni. Yeni ve özgün bir hayat.
…………..
Aruba’ya yerleşeli tam bir ay olmuştu. Burası kozmopolit bir yerdi. Ada bir Hollanda sömürgesiydi ve burada Avrupa ülkelerinden çok sayıda insana rastladığınız gibi Kızıldereli kökenli Güney Amerikalıları da görebilirdiniz. Papyemento adı verilen bir dili konuşuyordu buranın yerlileri. Rusça ve İspanyolca gibi birbiriyle ilgisiz iki dilin kavramlarını anıştıran ve aynı zamanda Kızıldereli aksanından beslenen ilginç bir dildi bu. Patyemento’yu öğrenmekte zorluk çekiyordum ama Ada’dan memnundum. Bir kere nüfusu 70 bindi. Buradan bakarsanız Ada fazla kalabalık sayılmazdı. Ancak diğer taraftan 35 kilometre uzunlukta ve 9 kilometre genişlikteki bir kara parçasının bu nüfusu nasıl barındırdığını gelip buranın yerlilerine sormanız gerekirdi.
Ne olursa olsun Ada’da hoş vakit geçiriyordum. Gemide tanıştığım Premiya buradaki yaşamımı kolaylaştırıcı yardımlarda bulunmuştu bana. Onun Paris’ten tanıştığı bir dostunun av malzemeleri sattığı dükkanında çalışıyordum. Sabah saat 9.00 ile 16.00 arası dükkanda vakit öldürüyordum. Akşamlarsa benimdi. Bir şeyin sizin olduğuna ne kadar çok inanırsınız o şey o kadar çok sizindir.
Bella Bar vardı Ada’nın kuzeyinde. Genelde legal işler yapan orta sınıf tüccarlar ile Venezuela ve Aruba arasında uyuşturucu sevkiyatını organize eden baronlar takılırdı buraya. Ne garip bir çelişki değil mi? Legalin ve illegalin diyalektik olmayan çelişkisi… Tüccarlarla baronları giyim-kuşamlarından, tavırlarından, duruşlarından ve hatta bakışlarından ayırt edebilirdiniz. Tüccarlar kendilerinden fazla emin görünürlerdi. Çok gereksiz ve aptalca bir güvendi bu ve olasılıkla legal iş yapmalarının verdiği yersiz bir özgüvenden esinleniyordu. Eğer teamüllere aykırı olmayan sıradan bir iş yapıyorsanız gereksiz bir özgüvene kapılırsınız. Ve bu özgüven giderek sizi monotanlaştırır. Tıpkı bir Yüzbaşı’nın ya da bir durun durun bir hamalın yaptığı işten başka bir şeyi yapmamaya alışması gibi…
Baronlarsa bambaşka görünüyorlardı. Birer fenomen olduklarının ayrımındaydılar. Kendilerine güvenleri yoktu, ya da vardı ama başkalarının önünde sergileyecekleri bir güvenleri yoktu. Tedirgindiler. Bütün insanların yaptığı birşeyi yaparken bile -mesela viskiyi yudumlarken- suçlu gibiydiler. İnsanlar; hep illegal şeyler yaparlarsa yaptıkları legal şeylerden bile tedirgin olurlar ve onları izah etme gereksinimini duyarlar. Onlarınki tam olarak böyle bir tedirginlikti.
Baronlardan en ünlüsü Lamartine’ydi. 19. yüzyılın büyük şairinin adını taşıyan bu Fransız kökenli adam tam bir soyluydu. Çekingen bir soylu…
Bir akşam Premiya ile bara gittiğimde onu, yanındaki iki kadınla birlikte viski içerken görmüştüm. Lamartine’in kısa ve doğal olarak seyrek saçları vardı. Yüzü yapay yöntemlerle şişirilmiş olduğu izlenimini verecek kadar garip bir şişkinlik arzediyordu. İnce bir İngiliz kumaşından yapıldığı anlaşılan ceketi ve pantolonu tinindeki soyluluğu ele verir gibiydi.
Bir ara gözlerimi Lamartine’den aldım ve yanındaki kadınlara baktım. Biri iyi bir parçaydı. ‘Esmerle kumral arası esmere en yakın yerde’ biçiminde betimlenebilecek bir yapısı vardı. Saçları uzun, beli inceydi ve göğüsleri dekolte giysisiyle savaştığı sanını uyandıracak kadar atılgan görünüyordu. Üzerinde durmadım. Benim olmayan çekici bir kadın vücudunu düşlemeye tahammül edecek kadar güçlü değildim bu akşam. Lamartine döndüm. Barmen’e bağırıyordu:
“Bana bir viski ver Barmen.” Ve ardından adını taşıdığı şairin dizelerini sıralıyordu durmaksızın:
“Doğası sınırlı, istekleri sonsuz/Gökleri anımsayan düşmüş bir Tanrı’dır insan.”
Güldüm. “Şairi görüyor musun?” dedim Premiya’ya dönüp.
Premiya üzerinde durmadı. “Sıkılıyorum” dedi. “Paris’teki sevgilimle konuşacağım.”
Durumu anlamıştım. Premiya, burada canı sıkıldıkça chat yapıyordu ve bu arada Paris’ten bir kadınla sanal olarak tanışmıştı. Sürekli nette yazışıyorlardı. Sanırım bu yazışmalar Premiya’nın -öznel tarihinin en seçkin anlarını oluşturduğunu söylediği zamanları- yani ölen karısının anılarını biraz olsun unutturuyordu. Benim bar bar dolaştığım akşamlarda onu genellikle computerin başında klavye ile oynaşırken görmek mümkündü. Onu anlamıyordum. Yaşantısını bütünüyle oraya -o sanal kozmosa- tutsak etmişti. Kadınla Paris’e gidip görüşme imkanı vardı. Kaldı ki onun telefonunu da biliyordu ama çok genelde nedense onunla kelimenin tam anlamıyla konuşmayı değil yazışmayı yeğliyordu. Bunun da ötesinde burada bir sürü melez güzeli vardı. Eğer amacınız sadece ve sadece
-Premiya’nın amacı gibi en güzel anları anımsamaz olmaksa- buradaki melezlerle sevişirken -bırakın o anları- yeryüzünün varlığını bile unutabilirdiniz.
“Tamam Premiya gidelim” dedim. “Ama yakında seni bilgisayarla sevişirken görmek istemiyorum.”
Eve gittik. Premiya’nın evine… Evi çok güzel dekore etmişti. Burası esasen tipik Amerikan hassasiyetiyle inşa edilmiş tek katlı ahşap bir evdi. Etrafında azımsanmayacak büyüklükte bir bahçe vardı. Burada tropik altı kurak iklimin yetişebileceği tüm bitkileri görmeniz mümkündü. Kaktüsler, Avakado ağaçları ve daha niceleri…
Evin bahçesini siyah, kutsal bir örtü gibi örten karanlığı yararak eve girdik. Premiya computerin başına oturdu.
“Viski ister misin?” dedim. Sanki evsahibi bendim.
“İyi olur” dedi. Artık chat moduna girmişti. Bunu, söylediklerimi geçiştiren cevaplar vermesinden ve gözleriyle sürekli monitörün üzerindeki cılız devinimleri takip etmesinden ayrımsayabilirdiniz.
Zaman zaman izlerdim Premiya’yı chat yaparken. Chat yapan birini izlemek –parmaklarını ve zihnini konuşturmayı seven biri için en az tahammül edilebilecek bir şeydi. Benim parmaklarım hızlı değildi ve dahası zihnimin de fazla işler olduğunu ileri süremezdim. İzlemek kolaydı benim için. Gidip Premiya’nın yanına oturdum.
MIRC’yi kullanıyordu. Onlarca uluslararası chat serverını kullanabileceğiz tek programdı bu. En sık gittiği channela girdi.
“Merhaba” diye yazdı devingen parmaklarıyla. “Ya da re merhaba” Nickini şimdi gördüm. Hayal@’ti nicki… Net kültürü olanların kolaylıkla anlayabileceği şık bir nickti bu. Hayal ve İngilizce et şeklinde okunan (@) işaretinin bileşimiydi.
Premiya’nın nicki bile terminolojik ve hatta semiyolojik bir tartışmanın başlaması için yeterdi. Palavra nickli biri, “Bize rağmen varsın Hayal@. İnsan kendine ‘hayal et’ diye emretti ve böylece Hayaletleri yarattı. Seni biz yarattık. Bundan rahatsız olmuyor musun?” dedi Hayal@’e.
“Bir fare Tanrı’nın kendisini yaratmasından rahatsız olabilir mi?” dedi Hayal@.
“Ben bir fareyim.” Gülme efekti gönderdi.
“Gülme” dedi Palavra. “Gülmek insanlara özgüdür. Sen insan değilsin.”
“Ağlamak da…” dedi Hayal@. “Pişman olup ağlayan bir insan olmak istemezdim. Baudelaire gibi ‘nerede değilsem orada iyi olacağımı’ sezenlerden değilim. İnsan değilim ve olmak da istemiyorum.”
“Hayalet misin, fare mi?” diye sordu Palavra.
“İnsandan başka herşeyim” dedi parmaklarıyla Hayal@. “İnsan Hemingway’in dediği gibi yenilmemek için değil, yenilmek için yaratılmıştır. Benim yenilmeye tahammülüm yok”
“Komik” dedi Palavra. “Sadece ve öncelikle komik. Sen hep Havva’ya yenilen Ademler görmüşsün Hayal@. Bir de gerçeği düzen Palavra’yı görseydin”
“Gülüyorum” dedi Hayal@. “Bir Yahudi atasözü vardır. İnsan düşünür, Tanrı güler. Bir Tanrı değilim ama -senin gibi- kendi türünden bir başka şeyle savaşıp (mesela bir Hayal@’le) yenik düşen bir insan olduğun için gülüyorum sana. ‘Gerçeğ’i düzmeye devam et sen. Bakalım küçücük kamışınla onun bekaretini bozabilecek misin?”
Ben koptum. Gülüyordum, tıpkı bir filin haykırışını anıştırır biçimde gülüyordum. Palavra da susmuştu ansızın. Daha doğrusu yaz(a)maz olmuştu.
Premiya channeldan çıktı. Sırıttı sadece. “Sanal böyledir işte” dedi. “Başkasını altetmek çoğunlukla düzeyli zihinsel üretimle ve diyalektik savaşlarla değil, belden aşağı hakaretlerle sözkonusu olur.”
“Yani insanlara sende testosteron fazlası olduğunu göstererek…” dedim. Böylece onlara ne kadar güçlü bir erkek olduğunu mu tanıtlarsın?”
“Bir bakıma” dedi Premiya. “Ama tam olarak öyle değil. Bazen ummadığın kadar zeki bir kadınla karşılaşabilir ve testosteronun fazla olmasına rağmen ona yenilebilirsin.”
Premiya artık server üzerindeydi ve hiçbir channelda değildi. Adrenalin nickli sanal sevgilisine Notify List’ten baktı. Listede görünüyordu. Ona DCC chat gönderdi. Çok geçmeden açıldı sayfa…
“Sen metafizik bir testosteron deposusun” dedi Adrenalin.
“Les dieux ont soif” dedim Fransızca. “Tanrılar susadı.” Gülüyordum Premiya’ya bakıp: “İşin zor dostum. Bu kadın sendeki bütün erkeklik hormonu nu büyük metal bir şırıngayla çekecek.”
“Kapa çeneni cojone kafalı” dedi bana Premiya sırıtarak. “O yeterince zeki biri ve dahası benim onunla başetmek gibi bir kaygım da yok.”
“Konuş Nominalist” diye yazıyordu Adrenalin. “Adları kutsamaktan ve onların etrafında konuşmaktan başka ne işe yararsın?”
Niyahet bir gülücük efekti gönderdi Premiya:
“What do you want from me my lady?”
“Seni” dedi kadın. “Sadece seni” Uysal bir kedi gibi olmuştu şimdi.
“Kadınları tanırım” dedi Premiya bana dönüp. “Onlara, senden zeki olduklarını hissettirmeli, ya da daha açık bir anlatımla ‘zihninin ve göğüslerinin altında senin korumana giriyorum’ demelisin. Ama zihin ve göğüs kelimelerini kullanmadan yapmalısın bunu. Böylece onu elde edersin. Çünkü kadınlar, kendilerinden başka herkesi yenen ama kendilerine yenilen erkekleri severler.”
“Vay aforizmaya bakar mısın?” dedim. “Tanrı seni kutsasın.”
Güldü Premiya. Hedonist bir gülümseme değildi bu ve daha çok Pascal’ın özde pesimist felsefesinin izdüşümlerini yansıtıyordu. Gözlerinin içine baktım Premiya’nın. “Bir çif göz” dedim kendi içimde. “Ekrana çakılı alt torbacıkları belirginleşmiş keskin bakışlı bir çift göz. Kimbilir ne bulur bu computerin içindeki dünyada?”
“Seni seviyorum” diye yazıyordu Hayal@ nickli Premiya.
Daha fazla izlemek istemedim:
“Ben uyumak istiyorum Premiya. Tanrı zihnini ve gönlünü açsın.”
“Bye. Hatta bye bye” dedi Premiya bana istenç dışı. Sanki nette konuştuğu birine veda ediyor gibiydi. Üzerinde durmadım. Bu evde bana her zaman ayrılan odaya gidip yatağa uzandım. Ve o muhteşem dizeleri mırıldandım:
“Une heure apres la mort, notre ame evanoüie, sera ce que’elle estoit une heure avant la vie. (Ölümden bir saat sonra yok olup giden ruhumuz yaşamdan bir saat önce neyse o olacak.)”
Fransızca bir şiirdi bu ve ben katışıksız bir Fransız olarak bu güzel dizeleri her gece tekrarlayıp uyumaktan büyük bir haz duyardım.
Uyku bana hep ölümü çağrıştırırdı. Ölüm de yaşam (doğum) öncesini… Uyudum.
……………
Dedim ya burada günler çabuk geçiyordu. Ada’da altıncı ayıma girmiştim. Bütün günüm av malzemeleri satan dükkanımda müşterilere hizmet vermekle geçiyordu. Gündüzün benim için çok verimli olduğunu iddia edemezdim ama işyerinde çekici melez kızlara hizmet vermek ve hatta transandantal düzlemde onlarla sevişmekten şikayetçi değildim. Bir şeyi yapamazsanız onu sıklıkla hayallerinizde yapar duruma gelirsiniz. Ben ilk zamanlar sevişemiyordum onlarla ve tam da bu yüzden aşkın sevişmeler yazgım olmuştu. Ve sonra… Sonra atmıştım sırtımdaki çekingenliği ve hayallerimi gerçekleştirmeye başlamıştım. İlk deneyimimi Maria ile yaşamıştım. Tanrım! Ne kadındı Maria. Onunla sevişirken kendimi bulutların üzerinde sanmıştım.
Dükkana bazen benim kendisine sattığım ağlarla avladığı Papağan balıkları ile gelirdi.
“Look Forero” derdi İngilizce. “I hunted this fish.”
Gülerdim ben de… CD’de Joe Satriani’nin Engines of Creation’u çalardı. Maria çok severdi Satriani’yi. Belki bunda -kendisinin de tıpkı Satriani gibi- İtalyan asıllı olmasının etkisi vardı.
Birgün yine gelmişti dükkana. Bu kez elinde Papağan balığı değil, Grupper balığı vardı. Ve CD’de de; Pink’in, Wish You Were Here’ı çalıyordu.
“Merhaba” diyerek girdi dükkana Maria. “Bu kez daha şanslıydım.”
“Heyyy! Ne büyük bir balık bu. Çok aradın mı bunu?” diye sordum.
“Aslında Papağan Balığı tutmak istiyordum. Bazen birşeyi ararken, başka bir şey bulursun” dedi Maria. “Bambaşka birşey…”
“İşin var mı?” diye sordum Maria’ya ansızın. “Bir dostumun evine gidip bu balığı bir güzel pişirerek yiyelim” dedim. Premiya’nın evinden bahsediyordum. Kendi evimi nedense pek sevmezdim. Soğuk ve uzak gelirdi bana hep. Evde yalnız kaldığım zamanlarda fazla anımsar ve pişman olurdum. Hayatta en fazla hissettiğim duygudur pişmanlık. Birşeyi yaparsın ve sonra pişman olursun, yapmazsın yine pişman olursun.
Pişman olmamak için Premiya’ya giderdim sıklıkla. Premiya chat yapardı. Artık realizmi bütünüyle aşmıştı. Ama felsefesel bakımdan sürrealist bir aşma edimi değildi bu. Daha çok gerçekten kopuştu. Premiya’nın tıpkı nicki gibi sanal bir ‘Hayalet’ olmasına yol açacak kadar büyük bir kopuş…
“Sahilde yiyelim” dedi Maria. “Sonra eve gideriz.”
Hava kararıyordu. Sahile yürüdük. Ada’yı neredeyse boydan boya aşmamızı sağlayacak ölçüde altı kilometrelik uzun bir yürüyüştü bu. İlerdeki büyük kayalığın paralelinde uygun bir yer vardı. Dükkandan balığı pişirmemiz için gereken malzemeleri almıştım. Ateşi yaktım büyük bir özveriyle. Maria Aruba’da Karayip Salatası adı verilen ilginç bir salata yapıyordu. Balığı pişirdim. Fazla aç olmamamıza rağmen büyük Grupper’i bitirmiştik. Karnımız toktu ve belki tinimiz de… Etrafta da kimsecikler yoktu.
Hayatımın genelinde mutlu olup olmadığımı hala bilmiyorum ama o geceyi yaşarken çok mutluydum. Şimdi yüzyıllar sonra bir ölü olarak bütün bunları anımsamanın dayanılmaz ağırlığını gördükçe o zaman ne kadar mutlu olduğumu daha iyi anlıyorum. Varoluş dayanılmaz bir hafiflikse benim anımsamam da dayanılmaz bir ağırlıktı.
Öykünün taa başında da söylediğim gibi elleri, ayakları, göğüs kafesi, kocaman ama işe yaramaz beyni çürümüş bir ölü olduğum halde anımsamak hala acı veriyor bana.
Yaşarken en çok pişmanlık duygusunu hissetmiştim. Ölüyken de pişmanlık duyuyorum. Hala pişman oluyorum anımsayınca. Hala pişmanım. Lanet olsun, pişmanım. Ölü bir adam pişman olabilir mi?
Maria’yla o gece karanlıkta uzak yıldızlara bakıp sırıtmıştık. Ben çok severdim yıldızlara bakıp sırıtmayı. Ona da sevdirmiştim bunu. İnsanlara sevdiklerimi sevdirmeyi çok severim.
“Sence orada zaman var mı?” diye sormuştu Maria, ıslak dudaklarıyla. Çekingendi.
“Var, ama buradaki gibi değil. Oradaki zaman kutsaldır.”
“Antik Yunan’ın pagan tanrılarının bakire rahibesi Daphne (Defne) gibi kutsal mı?” dedi Maria.
Güldüm. Tekrar yıldızlara bakıp güldüm hem de…
“Zeus ne kadar namussuzsa Daphne o kadar namusluydu” dedim. “Ve sonuçta kazanan kutsal bekaret olmuştur.”
“Bekaret kutsal mı sence?” diye sormuştu Maria kaygıyla “Ben bakire değilim.”
“Kutsal olan bekaret değil, bekareti taşıyan kişi ya da kişilerdir. Daphne bir kişilik olarak kutsaldı. Tıpkı adını aldığı sert yapraklı ağaç gibi de dayanıklı.”
“Peki ben kutsal mıyım?” dedi Maria.
“Bilmiyorum” dedim. Sesim titriyordu. İyi tarafımı göstermiştim Maria’ya. Bu bir hataydı. Premiya bana hep, “Kadınlara iyi tarafını sezdirip kötü tarafını göstereceksin” derdi.
“Hayır kutsal değilsin” dedim ansızın. Kötü tarafımı göstermeye karar vermiştim. “Ancak seninle yatarsam benim için kutsal olabilirsin.”
Sırıttı Maria. Anlamsız bir sırıtıştı bu. Dudaklarına yaklaştım. Yeterince yaklaştıktan sonra sıcaklığını hissettirecek kadar ılıktı dudakları. Hem ılık hem serin, hem ıslak hem de kısmen nemli…
Şimdilik tepkisizdi Maria. “Tanrım! Ne kadar cömertsin.”
Dudaklarımı dudaklarına yapıştırdım yavaşça. Dili usluydu. Elim saçlarının arasındaydı. Onu usulca kendime doğru çektim. Göğüsleri vücuduma değiyordu.
Askılı bluzunu sıyırdım, dudaklarına süreğen ve yoğun öpücükler kondururken.
O da beni soyuyordu. Buna dayanabileceğimi sanmıyordum. Uzun süre devam ettik öpüşmeye. Dudaklarımız dans ediyordu sanki. Sonra vücutlarımızın azımsanmayacak büyüklükteki bölümünde devam etti bu dans. İki tenin yanyana gelişi kadar garip ve büyüleyici bir başka şeyin olmadığını işte o zaman ayrımsadım. Kendimi unutmuştum. Tatmin olmak umrumda bile değildi.
Onu mutlu etmeliydim. “Bir erkek kendinden önce kadını mutlu etmelidir” diyordum içimden. “Sonrası Tanrı’nın işi…”
Vücutlarımız temas ediyordu şimdi. Diri bir yumuşaklık duyumsadım sanki göğsümde değil de, oradan ötede -göğüs kafesimin içinde bir yerler de.
Sonra bir beden olduk. Oradaydım işte, tam olarak Maria’nın içindeydim ve hatta ben Maria idim. Maria da bendi.
Ansızın kasıldı Maria. İzleyemedim onu. Ben de bir serinlik hissettim hemen sonra. Tüm vücudumu saran bir serinlikti bu. Sırtımı üşütecek kadar yoğun bir serinlik. Sanki kırmızı bir rüzgar esiyordu usul usul. Sanki bütün atomlarımı
ve de monadlarımı Maria’ya veriyordum şimdi. Peki bana ne kalacaktı geriye koruyabileceğim?
Ve giderek bir eksi yoğunlaşma yaşadım. Periyoduk bir eksilmeydi bu ama tekdüze olduğunu söyleyemezdim. Azalıp çoğalan bir yoğunluk, olağandışı ve hatta olağanüstü (zaten o an olağanüstü değil midir?) bir eksilmeydi bu. Ve hedonist açıdan sanki çoğalmayla eşdeğer bir eksilme… Bitmiştim. Karanlıktaki beyaz bulutların üzerine çıkıp geri gelmiştim. Yeryüzündeydim artık. Sırtüstü uzandım. Maria’ya bakmadım bile. Ay, gökyüzünün karanlığında bana bakıyor ve seçkin bir aristokrat gibi gülümsüyordu. Ben de ona baktım. Hem de yorgun bir gülümseme ile… Yaşamak yorulmak değil midir?
Sahilden geç vakitte ayrıldık Maria ile. Eve gittik. Premiya chat yapıyordu yine. Bizi görünce masadan kalktı. Tanıştırdım ikisini. El sıkıştılar.
“Nasıl gidiyor sanal krallık?” diye sordum.
“İyiyle kötü arasında iyiye en yakın yerde” dedi Premiya. İyi görünüyordu.
Maria bizi yalnız bırakmak ister gibiydi. “Ben yorgunum. Eve gitsem iyi olacak” dedi.
“Hayır” diye itiraz etti Premiya. Konuklarımızı ağırlayabilecek kadar büyük bir evimiz var. Lütfen buyrun. Üst kattan istediğiniz bir odayı tercih edebilirsiniz.”
Maria’ya bakıp başımı salladım Premiya’nın söylediklerini onaylamak için. Bu gece onunla kalmalıydım.
“Peki” dedi Maria umarsız. Sonra merdivenleri bir ceylanın zerafetiyle çıkıp odasına gitti.
“Viski ister misin?” dedi Premiya.
“Ooo aziz dostum. Ben ve Viski. Her koşulda biraraya gelebilecek iki şey. Tabi ki isterim.”
Premiya kendisi için tropik bir meyve salatası hazırlamıştı. Ballı Avakado’dan
bir parça alıp ağzıma attım ve viskimi yudumladım.
“Onunla mı yazıştın?” diye sordum Premiya’ya…
“Metafizik meleğimden bahsediyorsun galiba” dedi boğuk ama hüzün yansıtmayan bir sesle.
“Sen de bir Hayal@’sin” dedim gülerek. “Sen de fizikötesisin.”
“Ama Hapisteki bir Hayalet’im” diye fısıldadı Premiya. “Gerçek demir parmaklıkları aşmaya çalışan gerçek ötesi bir hayalet…”
“Belki” dedim. Onaylamaktan başka çarem yoktu.
“Sen varken varolmaya devam ettin mi Forero?” dedi Premiya sesini hafifçe yükseltip.
“Egzistansiyalist anlamda tabii ki” diye yanıtladım onu. “Ama senin sorunun o değil. Sen sanalın içinde gerçeği yaşıyorsun.”
“Benim gerçeğim sanaldı zaten. Ve hatta doğumum da sanaldı. Belki ölümüm bile sanal olacak. Gerçek hayat da sanal bir yalandır çünkü.”
“Sen orada doğmadın” diye bağırdım. “Ve orada ölmeyeceksin de…” Sonra sakinleştim ansızın: “Kötü birşeyler mi yazdı sana?”
“Hayır” dedi Premiya. “O kadınla bir ilgisi yok acılarımın. O bana sadece mutluluk verdi. Sanal da olsa bir mutluluk.”
“Peki sorun nedir?” dedim kendimi tutamayıp.
“Anımsamak” dedi Premiya. “İnsan gökyüzüne elveda diyene kadar anımsamak zorundadır.”
“Pişman mısın?” diye sordum ona. Pişmanlığı benim gibi herkesin de yoğun olarak yaşadığını sanardım hep.
“Hayır” dedi yine Premiya. “Hiçbir zaman kendi adıma pişman olmadım. Başkaları adına pişman oldum. Çünkü kişisel tarihimde hep başkaları yanlış davrandı.”
“Başkalarının yanlışı sana ait değildir” dedim düşünmeksizin.
“Seni etkilemediği sürece evet…” dedi Premiya. “Karım beni terketti. Bu dünyadan giderek beni yalnız bıraktı. Gitmek kolaydır Forero. Giderken güzeldir insanoğlu. Acıyı kalan çeker.”
“İstenç dışı…” diye karşılık verdim. “Onun gidişi, ne onun ne de senin istencinin ürünü değildi.”
Karşılık vermedi Premiya. Şimdi gecenin karanlığa bakıyordu keskin bakışlarla.
Ansızın devindi dudakları. Sesi beyaz bir bulut gibi uzaktı:
“Sonra bir kadın yüksek penceresinde/Mavi gözlü, sarışın, üstünde eski giysileri/Kimbilir onu bir başka yaşamda gördüm/Şimdi de anımsıyorum belki.
Gerard De Nerval”
Güçlü görünüyordu. “Neyin var?” dedim. Saçma sapan bir soruydu bu. Neyin var, neyin yok olduğunu o da bilmiyordu. Kendini de…
“Senin neyin var?” dedi. “Ben yorgunum. Yağmurda ıslanan bir kuş gibi yorgunum… Ya da savaşta biteviye çarpışan bir Karabina gibi… Ve hatta milyon yıllardır yaşayan Güneş gibi yorgunum.”
“Işığın yeter” dedim onu teskin etmek için. Odaya çıkmak istiyordum çabucak. Maria beni bekliyordu.
Gülümsedi Premiya. Anlamıştı sanki herşeyi. Benim aceleciliğimi…
“Mutlu musun peki?” diye sordum utanıp. “Yine de mutlu musun?”
“Evet mutluyum. Yorgunum ama yorgunluğumun yaşamak gibi sonucu var. Ve güzel yaşadım. Yaşamak güzeldir”
“Ölüme göre…” dedim çırpınırcasına. “Ölüme göre güzeldir. Peki ya ölüm olmasaydı?”
“Tanrı’nın yaptığı insanlara ölümü gösterip onları yaşamaya razı etmek değil mi? Tanrı’ya itaat etmeliyiz.”
“Ben çıkıyorum” dedim sırıtarak.
“Güle güle” dedi Premiya. Sadece güle güle.
Maria Ada’nın güneyine bakan odaya yerleşmişti. Yatağın üzerinde gözlerini tavana dikmiş öylece yatıyordu. Gülümsedi beni görünce.
“Hoşgeldin aşkım. Seni bekliyordum.”
“Hoşbulduk” dedim içtenlikle. Gerçek bir çapkın olan Premiya’nın bir sözünü anımsadım yine. “Kadını sevmekten çok kadınla sevişmelisin. Çünkü ikincisi işteş bir fiildir.”
Yatağa uzanıp Maria’ya sarıldım. Yine bulutların üzerine gitmek istiyordum onunla. Sevişmeye başladık. Sanki sevişen ben ve Maria değildi. Sanki ay güneşin altına yatmış ve beyaz göğsünü kızgın Güneşin göğsüne dayamıştı sanki. Herşey ve herşey sıcaktı. Neredeyse soğuk esen kırmızı rüzgar bile…
Ansızın bir silah sesi duydum. Alt kattan, bizim odanın karşı tarafından, kuzey cephesinden gelen bir sesti bu. Ve sanki ince rüzgara karıştıktan sonra Karayiplere doğru yol alacak kadar da güçlü… Hemen o anda ne yaptığımı tam olarak anımsamıyorum.
Ama bir süre sonra aşağı indim üzerimi giyinip. Maria da öyle yaptı.
Premiya’nın asil gövdesi yerde yatıyordu. Başına tek kurşun sıkmıştı. Sig Sauer marka tabancası hala elindeydi.
Eğilip yüzüne baktım. Gözünde ince -ipince yaşlar- vardı. Onları öptüm. Sonra bir daha ve bir daha ve hep bir daha.
Premiya ölümü tercih etmişti. Bunu sorgulayamazdım. Ama o tercihini edimleştirmeden önce ona karşı olan görevimi yerine getirmemiştim. Onu yeterince dinlememiştim bile.
Yine pişmandım. Kirpiklerim titriyor, sırtım üşüyordu. Pişman olunca sırtım üşürdü hep. Maria ile yattıktan sonra da sırtım üşümüştü.
Ansızın soğuk bir rüzgar çıktı ve Premiya’nın yüzünü okşadıktan sonra yine Karayiplere doğru çekip gitti sertçe. Bana kızmıştı rüzgar.
Premiya açık gözleriyle göğsüme bakıyordu sanki. Ve hatta kalbime, kalbimin içine. O bir ölüydü artık. O bir Hayal@. Gerçek bir Hayalet…