Bir şehri sevmek için ruhunuzda taşının, toprağının, havasının, suyunun bir karşılığı olmalı.. Ya geçmişi çağırmalı sizi kendine, yahut geçmişten bugüne taşıdıkları.. Belki biri o şehirde yaşayan, şehre kimlik biçen siluet belki… O şehre can katan bir nehir, bir deniz…
Sözgelimi kim inkâr edebilir İstanbul’a aşık olanların öncelikle Boğaz’a vurulmadığını… Kordon’un ne demek olduğunu İzmir’i sevenlere sormalı…
Bazen de şehir gizler kendini.. Elinizde anahtar sokak sokak çözersiniz şifreleri. Bazen yüzler, bazen sesler yol gösterir. Bir antik kent kalıntısı, bir çeşme, bir medrese kitabesi, loş ışıkların dans ettiği daracık çarşıların dingin sessizliği peşi sıra çağırır sizi.. ve böylesi bir yolculukta ancak görmeyi bilenlere ayan eder kendini şehir… Görmeyi ve gördüklerinin ne anlama geldiğini bilenleri sarmalar şehirlerin ‘diğer’lerinden ayrılan yüzü.. Kentleşmeyle birlikte beton blokların kaçınılmaz kuşatmasıyla nefesi daralan Anadolu şehirleri için daha zordur kendileri gibi kalmak.. Ve birgün görmeyi bilenlere gösterecekleri gizlerini saklamak.
Batman’a gitmek üzere yola çıkarken görmeyi beklediklerimle İstanbul’a dönerken görebildiğim için kendimi ayrıcalıklı saydığım öyle çok şey var ki… Yola çıkarken Hasankeyf’ti menzilim… Belkıs’ta su tutulmaya başlandığını duyduğum andan itibaren sanki her an avuçlarımın arasından kayıp gidiverecekmiş gibi Hasankeyf’i zaman kaybetmeden görme isteği dayanılmaz bir hâl almıştı içimde. Hasankeyf’i tehdit eden Ilısu Barajı’nın yapımına başlanmamıştı ama göz göre göre batıyordu işte Belkıs…
Belki elimden hiçbir şey gelmediğinden, çaresizlikten, hiç yoksa göreyim dünya gözüyle endişesinden Hasankeyf’e döndüm yüzümü. Yanımda yüreği aynı endişeyle sıkışan iki dostumla. Batman’dan bindiğimiz minibüs Hasankeyf köprüsüne yaklaştığında ve tarihi köprünün ayakları göründüğünde sevinç çığlıklarımıza engel olmadık. İnanılmaz gibi geliyordu orada olmamız..
Neredeyse Dicle kıyısında inip bir sevgiliye koşar gibi koşacaktık Hasankeyf’e. Küçücük, sevimli, kendi halinde bir ilçeydi. İlk bakışta görmeden bile neden bu kadar sevdiğimizi anlamıştık. Üstelik yol yorgunluğunu atmayı düşünmedik bile Hasankeyf Kalesi’nden yukarı tırmanırken… Mağaralarda yaşayan tek bir aile vardı. Bir de kayaların tepesinde otlayan keçiler.. Bütün sakinleri bundan ibaretti Kale’nin. Günbatımını fotoğraflama telaşı böylesi bir güzellikle yüzyüze kalmanın heyecanına yenik düşmüştü…
Ama ertesi sabah güneşin ilk ışıklarıyla yine Kale’nin yolunu tutacaktık. Eski saray kalıntısı, cami ve yakın zamana kadar yaşam alanı olarak kullanılan mağaralar şimdi terkedilmiş gibi bir görüntü verse de belli ki medeniyet burada binlerce yıl derin derin soluk alıp vermişti. Mezopotamya’nın başlangıç noktasında Doğu ve Batı kavimlerinin gözbebeği olan Hasankeyf, şimdilik gerekli kazı çalışmaları yapılmadığı halde (son aldığımız habere göre Hasankeyf’te kazı yapmak için bir arkeolog ekibi gelmiş, ne mutlu !) varlığı tahmin edilen antik dönemler dışında Bizans, Sasaniler, Emeviler, Abbasiler,
Hamdaniler, Mervaniler, Artuklular, Eyübiler ve Osmanlılar’a da ev sahipliği yapmış bir şehir. M.S. 7. yüzyıla kadar Bizans hakimiyetinde bulunan M.S. 638’den itibaren de Sasani, Emevi, Abbasi, Artuklular, Eyyubiler ve Osmanlılar’ın toprağı olan Hasankeyf, tarih boyunca bölgede suyun gücünü elinde tutmak isteyenlerin istilalarına da sıkça maruz kalmış. Ancak hiçbir istila modern çağın ‘gelişme’ adı altında ömrü 70 yılı geçmeyecek bir baraj uğruna Hasankeyf’i yoketmeye kalkışması kadar zarar vermemiş bu güzel ve görkemli şehre… Bunu düşündükçe “Nasıl kıyacaklar bu güzelliğe” dedim gayrı ihtiyari; “Nasıl kıyacaklar bu güzelliğe?”
Medreseler, Rasathane, Darüşşifa ve diğer eğitim kurumlarıyla bölgenin ilim ve kültür merkezi olan Hasankeyf, yüzlerce cami, kilise, saray ve şehir kalıntısıyla “Ben insanlık tarihiyim, dünya mirasıyım, geçmişiniz, hatıralarınızım” diye bas bas bağırıyor.
1982 yılında SİT alanı ilan edilip koruma altına alınana kadar, yerleşime de açık olan tarihi mekanlarda arkeolojik ve bilimsel çalışmalar da yeterince yapılmamış. Daha da kötüsü yakın bir zamana kadar tarihi mekanlarda yaşayanlar eserlerden düşen parçaları inşaat malzemesi olarak kullanmışlar. İnsanın içini acıtan bu aymazlıktan daha da korkuncu Batman Valisi’nin bölgenin kamulaştırılması konusunda halkı ikna etmek için söyledikleri…
Bizim bakmaya kıyamadığımız böylesi değerli bir mirasın önemini anlamak ve algılamaktan mahrum olan Vali, düzenlediği basına da açık bir toplantıda “Bu taşlar sizin karnınızı doyurmaz” diyebilmiş. Devlet adına yönettiği şehrin kültürel ve tarihi dokusu hakkında böylesi ürkütücü ve talihsiz bir beyanda bulunan Vali, nerede, nasıl bir eğitim sistemi sonucu böyle bir kafa yapısına sahip olarak yetişmiştir bilemem. Ama Hasankeyf’i gördükten sonra Hasankeyf’e ‘taş parçası’ diyebilmenin en hafif ifadeyle ‘körlük’ten başka birşey olmadığını söylemekte sakınca görmüyorum.