İyi ki şairler var, iyi ki şiir var. Şiirin kokusu, tadı, coşkusu çekileli çok oldu evlerden, şehirlerden, en önemlisi de yüreklerden. Herşeye rağmen şiir yazmaya devam eden, hala şiir okuyacak sabrı, inceliği, duyarlığı gösteren tüm dostları, bütün dostluk duygularımla selamlıyorum. Spor Loto kuponları doldurmak varken, yüksek ücretlerle transfer olabilecekleri işler ve alışkanlıklar edinmek varken, duygularını bizimle paylaşmayı seçtikleri için, yüreklerindeki şair sermayesi güzellikleri sunma cömertliğini gösterdikleri için kutluyorum.
Sanatçı olunur mu, doğulur mu tartışmasına girmenin bir yararı olduğunu sanmıyorum. Bu konudaki kişisel kanım, kişi doğuştan sanatçı olsa da, kendini sürekli yenilemek ve geliştirmek durumunda olduğudur. Şüphesiz her alanda olduğu gibi, bu alanda da istisnalar vardır. Eğer söz konusu sanatçı bir dahi ise onun için kurallar koymanın ya da sanat talimatnameleri yayınlamanın hiç bir yararı olmayacaktır. Herkesin de kendini dahi zannederek kural, ilke, usul tanımazlık yapma hakkı olmasa gerekir.
Yeni şiirlerimizde böyle bir aymazlık, kayıtsızlık, bipervalık ve özensizlik gözlediğimi söylemeliyim. Hem içerik, hem biçim ve hem de kullanılan dil açısından rahatsız edici boyutlarda bir tekdüzelik, sıkıcılık, tatsızlık ve ışıksızlık hakim. Çoğu kez bir şiiri diğerinden ayırmamızı zorlaştıracak kadar benzer yapı, ifade ve anlatımla karşı karşıyayız. Hepsi aynı kalemden ve kafadan çıkmış, uyuklarken söylenmiş gibi bağlantısız, kopuk sözlerin ardarda sıralanmışlığı izlenimi veren bu şiirlerin, her türlü mantığa meydan okuyan bir havası olduğuna da tanık oluyoruz.
Gelişigüzel benzetmeler, mecazlar, dil yanlışları şiirlerin okunmasını gerçekten zorlaştırmaktadır. Göndermelerin kime ve neye yapıldığını, hangi kelimenin, hangi gerekçelerle neyi simgelediğini, şiir dili ile gündelik dil arasındaki bağlantıyı nasıl kurmamız, niçin okumamız ve nasıl okumamız gerektiğini anlamakta ciddi güçlükler yaşıyoruz, en azından ben yaşıyorum. Araplar “şiirin anlamı, şairin içindedir” derlermiş. Biz de öyle deyip, bütün bu şiirsel sorumsuzlukları görmezlikten mi gelelim? Yoksa şairlerimizi hem okuyucuya hem de yazdıkları şiire karşı biraz daha sorumlu olmaya mı çağıralım? Söylediklerimizin boşlukta kalmaması için bazı örnekler verelim mi?
Önce son zamanlarda yazılan şiirlerin üslup ve tema olarak birbirlerine benzerlikleri ile ilgili bir örnek sunalım.
Bakire bir çığlığı emzirirken şehir
Ertelenirken toplantılar ve grevler
Gri bir gece yağıyordu omuzlarıma
İri zeytin gözlerinde sevgilim
Keşfe muhtaç dünyaların derin esrarı vardı
Aynam ırmağa düştü
Esmer buğulu mehtabında yüzünün
Ne yıldızlar, ne yıldızlar, ne yıldızlar açardı.
Şakağımda gecenin köpükleriyle,
Ne tomurmuş bir ıslık ne kösnül yangınlardı sürükleyen
Batıp çıkan yelkenlerdi hep biraz
Ay ve fırtına kırıklarıyla içimde…
Dilimde Harflerin kekrekliği
Sesine Değince gözlerim
Avare ıslıklar uçuşuyor havada
Kederli ıslıklar
Sesinin değdiği havayı çekince içime.
Yukarıdaki şiirin ne başlığı var ne de şairi. Yok çünkü bu bir tek şiir değil, çünkü bu birden çok şaire ait. Ama itiraf edelim ki birileri bizi uyarmadıkça birinin nerede bitip, diğerinin nerede başladığını farketmemiz oldukça zordur. Montajlama yöntemi oluşturulan bu şiir sözünü ettiğimiz birbirine benzerlik savını büyük ölçüde doğrulamaktadır. Şiir gibi son derece öznel bir türde üslubun, imgelerin, atmosferin bu kadar benzer olması hiç de doğal görünmemektedir.
Alıntılanan şiirler ve şairler sırasıyla şöyledir:
Himmet Karataş, “Alaşım”, Kırağı (16 Ocak-28 Şubat 1999),
Mehmet Aycı, “Erken Yolcu”, Kırağı (16 Ocak 28-Şubat 1999),
Ali K. Metin “Sürgün ve Atlas”, Yedi İklim (Aralık 1988),
Ali Sali, “Gölün Dördüncü Hali”, Seyir (Mayıs-Haziran 1999).
Bir yanda yazarın kimliği demek olan bireysel bir üslubun yokluğundan sözederken, diğer yanda aşırı bir öznellikten sözetmek bir çelişki gibi görünebilir. Doğrusu bunun nasıl başarıldığını bilmiyorum. Bunun adını koymak ve açıklamak da pek kolay değil. Aşağıdaki alıntılara bir göz atalım.
Güneş yağıyordu
eğliyorduk paylaşarak
?!Hey Jack sen mazlum musun
alnın yusuf kokuyor
sonra dut salkımı
Ahmet Nurullah Güler, “Sol-Anahtar-ı Karcığar”, Yedi İklim (Aralık 1998)
Gökten atımı istedim, evi aldım
evi aldım, göğü unuttum
Yay gibi gerildi kitap
kitabı boşalttım, bahara baktım
İstemek: Bir tümleçti onu tamamladım
Öyle özledim ki sevinçleri
Yalnızım, odamla paylaştığım yalnızlığı
Uzanıyor işte uyku perileri ilk şehrimize
Mekan boş kiremitler çağrışımlı.
Gökten atımı istedim, evi aldım
Davut Güner, “İstemek”, Yedi İklim (Aralık 1998)
Tezimi kanıtlamak için dergileri didik didik ettiğimi sanmayınız. Bu türden şiirleri kolaylıkla birçok dergide bulabilirsiniz. Birileri çıkıp bu iki şiirde, şairin okuyucusuyla hangi coşkuyu, hangi güzelliği paylaşmak istediğini açıklayabilir mi acaba? Kestirmeden söyleyelim: Okuyucu bu şiiri niye okumalı? Büyüleyici müzikalitesinden dolayı mı, söyleyişteki özlülükten dolayı mı, tarihsel imalarından dolayı mı, mi, mı, mi? (Bu son kısım şiir sanılmasın. Sadece soruların çokluğunu ima etmek içindir). Ahengi ve özlülüğü de bir tarafa bırakalım, anlamına biraz bakalım.Öyle ya şiir biraz da anlam demektir. Sahi, mekanın boş ve kiremitlerin çağrışımlı olması, gökten at istenmesi, sonra ev alınması size neyi anlatıyor?
Sırat köprüsünden geçerken size böyle bir şiirin anlamı sorulsa ne yaparsınız, hiç düşündünüz mü? Tanrım hepimizi böyle zor sınavlardan korusun. Eğer sabrınız kalırsa biraz da şu “yağan güneşi paylaşan Jack’ı, Yusuf’u, kokuyu, dut salkımı” üzerinde kafa yorun. Biliyorum engin sabrınızı ve hoşgörünüzü. Siz, sevgili şairinizi yüzüstü bırakmak istemezsiniz. Ne yapar eder, bu hercümercden manidar şeyler çıkarırsınız yine de.
Elbette şiir dili günlükten dilden farklıdır ama münhasıran bir şiir dili yoktur ve şiir dili denilince akla, dilin kurallarıyla, kelimelerin ve ifadelerin anlamı ya anlamlarıyla oynama hovardalığı gelmez, gelmemeli. Şiir dili farklıdır diyerek dilimizin ve kalemimizin ucuna gelen her şeyi şiir niyetiyle arka arkaya ya da altalta yazma ayrıcalığına, böyle yaparak ortaya konulana da şiir deme ayrıcalığına sahip olmamalıyız. Bütün şiirlerin aynı kolaylıkla anlaşılmayacağını, şairin gizli dünyasından bize istediği kadarını göstermek isteyebileceğini, çok mahrem bazı noktaları dizelerinin arasına serpiştirmeyi ve bilinmemeyi seçebileceğini kabul ediyorum.
Nevar ki, bir şairin şiir ya da şiirlerine egemen olan bilinmezlik, anlaşılmazlık, kapalılık zırhı, okuyucuyu kapıda bekletip, içeride mırıldananları anlamaya zorlamaktan başka ne işe yarar, merak ediyorum. Hiç mi yararı yok bunun? Elbette var. Fransızca bilmediğiniz halde, Fransızca bir konferansı dinlediğinizde, bazı kelimelerin, hatta konuşmacının jest ve mimiklerinden yola çıkarak bazı cümlelerin anlamını bile çıkarabilirsiniz, ama zamanınızı ve emeğinizi yeterli düzeyde ve doğru yerde kullanıp kullanmadığınız şüphe götürecektir. “Kitabı boşalttım bahara baktım/İstemek: Bir tümleçti onu tamamladım” gibi bir cümleyi anlamaya çalışmak, size bilmediğiniz bir dili anlamaya çalışmaktan daha kolay geliyorsa, okumaya devam etmenizde bir sakınca yok demektir. Şiirlerimiz mecaz mezarlığı. Nereye baksak bir mecaz batıyor gözümüze.
Ben bunu tat versin diye yemeğe konulan baharata benzetiyorum. Kıvamında kullanılan baharat yemeğe nasıl tat verirse, mecazlar, benzetmeler ve benzeri sanatlar da şiire öyle tat verir. Her şairin mecaz kullanma yetkisi ve hakkı vardır. Nerede ne kadar kullanacağına kendisi karar verir: Ama tadında, ama kıvamında, ama yerinde, ama zamanında.
İşte Yasin Mortaşı’ın “Gün Tenha” (16 Ocak-28 Şubat 1999 Kırağı) adlı şiirindeki mecazlardan örnekler:
………….
İsterseniz biraz geri gidelim, örneğin yetmişli yıllara ve bir şiire bakalım. Bu arada şunu hemen belirteyim. Alıntının yapıldığı kitaptan herhangi bir şiiri kesin, Ihlamur’daki bazı şiirlerin arasına serpiştirin, çok fazla bir şeyin değişmediğini göreceksiniz. Şimdiki örneğimiz 1978’de yayınlanan Güneş Donanması adlı şiir kitabından.
Kalbim Sağ Yanımda Çarpıyor
Kalbim sağ yanımda çarpıyor
İçimde döngün bir ay kabarırken
Ki göz evlerinin ardından içeri
Ağlamak barışı sağlar mı ki
Ağ bozumu serpme sularla
Açık deniz sofrasında
……………………………
Gereksiz yere uzatmamak için şiirin giriş kısmından altı mısra aldım. Bu altı mısranın dördünde mecaz açık bir biçimde mecaz kullanılmış. Sağ yanda bir kalp, içerde kabaran bir ay, ağ bozumu serpme sular, açık deniz sofrası.
“Canım, bunu anlamayacak ne var? Denizi sofraya benzetmiş işte” diyebilirsiniz. Haklısınız. Haklısınız da şu “Ki göz evlerinin ardından içeri/ Ağlamak barışı sağlar mı ki ? ne ola?
Eğer bunu da sular seller gibi okuyup, anlıyorsanız, içinize bir serinlik, bir ışık, bir hoşluk doluyorsa, sorun yok demektir. Bana ilginç gelen yirmi küsur yıl önce yayınlanmış bu kitaptaki şiirlerle, bugün birçok edebiyat dergimizde yayınlanan şiirler arasındaki çarpıcı benzerliktir. İnsanın “demek ki yirmi yıldır hep aynı telden çalıyoruz” diyesi geliyor. Söyleyin dostlar ne demektir:
Geceyi bir süt gibi içmiş olarak/ve yangın yaprakları halinde…/ Çekince savaş kargılarını kandan/ Gökyüzü çillerini doğurdu … (“Ağrı”, Güneş Donanması),
Kabus çökerten bir bulut çırpınışı/ Toplum yuvarlanışında (“Kafkasya”).
Sahi nasıl olur “Christian Dior marka bir genç kız?” ya da “Ütüsü bozulmuş duygular”. Siz hiç “geceden kalan mahmurluğunuza yaslandınız mı?
(“Sokaklarla Başı Dertte Bir Genç Kızın, Reklamlarla Başlayan Serüveninin Kısa Öyküsü”, Ihlamur, Haziran 1999).
Dil konusundaki özensizlik, doğal olarak yığınla dilbilgisi yanlışının yapılmasına neden olmaktadır. Okuyucu, bir şairin huzurunda olduğunu bildiğinden, gramer hataları aramak aklına bile gelmez. Farketse de şiirdeki tuhaflığın bir parçası saymaya eğilimlidir: “Biz o zaman ağacı gürül/Kanları güneş gibi çocuklardık” (“Narin Irmaklar” Güneş Donanması).
Ben hayatımda hiç “gürül ağaç” görmedim, sadece gürül gürül akan sular gördüm.