Caddeler bu adamdan korkuyordu. Geceydi, karanlıktı, soğuktu. Akşamüstü şehir, eve dönüşlerin yoğun trafiğiyle karıncalanmış, tam dinlenmeye çekileceği sırada bu şom karanlığa rastlamıştı. Karanlık, köylü bir göçmen gibi, dağlardan, ovalardan yürüyüp inmişti şehre. İri bir yağmur da gelmişti onunla. İlk damlalar inceydi, çatıları okşamış, rutûbetli kokular çıkarmıştı ortaya. Şimdi artık damlalar, soğuk bulutlardan beslenmiş, büyümüş, kocaman kocaman düşüyordu adamın başına. Belki de çatıları çoktan bırakmışlardı. Bu çılgın gecede başkaca bir aklı yarım da bulamadıklarından, genç adamın saçlarını tarıyorlardı.
O yağmur, bu adamın adını Kurban koydu.
Kurban, ya deliydi, ya âşık… Ya da belki, bir yakınını vermişti toprağa. İflâs etmiş olduğu da düşünülebilir tabii. Ama bence, şâirdi, şâir! Yağmurda ıslanıp zatürre olmanın, şâirliğini artıracağını düşünen bir hayalci…
Ceketi sırılsıklam olmuş, denize düşen sünger gibi ağırlaşmıştı. Uzamış saçları, gözünün önüne düşüyor, görüşünü kapatıyordu. Burnundan damlayan sular da rahatsız ediyordu onu. Aslında kendini uyuz bir fino gibi hissediyor, yine de bulunduğu durumun şâirliğine yakışacağını düşünüyordu. Yağmurdan rahmet beklenir, yağmurdan bereket beklenir, yağmurdan felâket de beklenir. İyi de, hiç, yağmurdan şiir bekleyen böyle garip bir yaratığa rastladınız mı? Ben rastladım işte…
Haydi bakalım, şimşekler de çakmaya başlamıştı. Kurban, bir ürperti geçirdi üzerinden. Yağmur hızlanıyor, damlalar büyüyor, başını acıtıyordu artık. Üstelik, caddeler, kaldırımlar göl hâline gelmişti. Çorapları da, ayakkabıları da, taşınamayacak kadar ağır gibiydi. Geceydi dedik ya; kimseler yoktu etrafta. Evlerin pencereleri de ışıksızdı. “Kim görecek beni…” diye düşündü ve adımlarını hızlandırdı. Sanki bir gören olsa yağmurdan kaçışını ayıplayacak mıydı? Aradan bir dakika geçmemişti ki, koşmaya başladı. Garip bir de korku düştü içine o zaman. Takip edildiğine dair bir hisse kapıldı. Yüreği soğuyuveriyor, ıslanmış tüyleri dikenleşiyordu. Arkasına baktı, kimseyi göremedi. O hâlde kimse yok demekti, ama o, peşindekinin hiçkimse değil, hayâlet olduğuna inandı. “Bu lânet hayâlet de nereden çıktı?” dedi içinden. Onu mutlaka atlatmalı, şerrinden kurtulmalıydı. Daha hızlanarak sayısız köşe döndü, sayısız sokak, cadde geçti. Hiç tanımadığı bir caddeye geldi sonunda. Yıllardır oturduğu bu şehirde böyle bir cadde olduğunu ne görmüş, ne de duymuştu. Ama iyiydi bu; diğer caddelerden biraz daha aydınlıktı; uzundu da… İleride, çok ileride biryerlerde açık kahveler, lokantalar falan var gibiydi. Arkasına baktı bir daha. Tüh! Yine kimseler yoktu, yine atlatamamıştı hayâleti. Ölecekmiş gibi korkmaya ve bir yüz metre yarışçısı gibi koşmaya başladı.
Birden, koşmasının arasında bir ışıklı tabelâ gördü. Hızla altından geçerken “Güneş” kelimesini seçebilmişti. Yağmurun ve gecenin ezici olduğu bu saatte, güneş gibi aydınlık ve sıcak bir kelimeyi nasıl sevmezdi… Hayâletle arasındaki mesâfeyi kısaltmak bahasına dönüp, tabelânın ikinci yüzünü okudu: Güneş Saatleri. Yazının altında, “Saatleri” kelimesinin “i”sinin hemen alt köşesinden başlayıp aşağıya çarpraz uzanan bir ok işareti vardı. Okun gösterdiği yere baktı. Üç basamakla aşağıya iniliyor, daracık, ufacık bir kapının önünde duruluyordu. Sonra herhâlde kapıya vuruluyordu artık. Öyle yaptı. Kapı ilk darbeyle aralandı ve içeriden vuran ölümcül ışık Kurban’ın gözlerini kamaştırdı. Yağmur sularının aşıp geçemediği yüksek eşiği kolayca aştı; ne de olsa yağmur değildi bu adam. İçeri girip, kapıyı kapattı.
Tam eşiği geçerken, kulağındaki uğultular değişmiş, yağmur sesinin yerini insan fısıldaşmaları, garip homurtular, öksürükler almıştı. Kapıyı kapadığında bu sesler de kesiliverdi. Herkes ona bakıyordu. Üstünü silkelemeye çalışırken, sessizlik kesti hareketlerini. Başını kaldırıp baktı. Üstüne çevrilmiş dikkat, ancak birkaç saniye kadar daha sürdü o zaman. Girdiğinde duymuş olduğu uğultu yeniden başladı. İçeri aydınlığa doğru birkaç adım attı. Bu geniş, bu yüksek tavanlı salonun, bu, kahveye benzer garip yerin kendisine yabancı gelen bir aydınlığı vardı. Yalnızca, yukarıda, tavanda, salona göre ortalanmamış bir lâmba kuvvetlice yanıyordu. Kurban, lâmbanın tavanda hiç de yalnız olmadığını gördü. Aslında, tavan diye birşey yok denilebilirdi. Tavan, olduğu gibi lâmbaydı. O, ortalanmamış lâmbanın benzeri bir dolu lâmba daha…
İleride, masalardan ayrı bir bölümde, masa tenisi ve bilardo oynayanlar çarptı gözüne. Bilardocuları seyreden iki de genç kız vardı. Bilardocu delikanlılardan biri, dikkat kesilmiş, sayı hânesini zenginleştirebilecek bir beşbant üzerinde düşünüyordu. Aynı sayının bir brigol atışla daha emîn bir şekilde alınabileceğini düşündü Kurban. Delikanlı vuruşunu yaptı. Kurban, dikkatle izliyordu: Beyaz top, kırmızı topa çarparak yön değiştirip kısa banta yöneldiğinde, anlayamadığı bir şekilde birden dikkati dağıldı. Atışın sonunu göremedi.
Kendine, başına çörekleneceği bir masa ararken farketti; işgâl edilmiş masalarda, oturanların sayısınca güneş saati vardı. Üzerine beşer beşer, yüze kadar sayılar yazılmış, tam orta noktasına bir çubuk takılmış, yuvarlak bir tahtadan oluşan sâde, garip aletlerdi bunlar. Kurban, küçüklüğünde yapardı bu saatlerden. Ama tahta kullanmazdı pek. Bahçenin bir yerine bir çubuk diker, her saatbaşı gelip, çubuğun gölgesinin ucuna küçük başka bir çubuk dikerdi. Gördüklerinin güneş saatinden yola çıkılarak yapıldığını hemen anladı bu yüzden. Ama, bu kapalı, güneşsiz yerde, güneş saatinin, hem bu kadar çok güneş saatinin ne işe yaradığını anlayamadı bir türlü. Kendine boş bir masa seçip oturdu. Bilardoculara baktı; delikanlı yine aynı beşbant atışını yapmak üzereydi. “Ben bu atışın yapıldığını görmemiş miydim?” diye düşündü. Belki de hayâl etmişti. Hayâl bile olmayabilirdi hattâ. Hani, olur ya; birşey görür, duyar ya da yaşarsınız; o âna kadar hatırlamadığınız birşeydir de, karşılaştığınız zaman, daha öncelerden hatırlar gibi olursunuz. Koku olur bâzan bu, bâzan bir sestir ya da küçük, dar alanlı bir hareket parçası…
Yanındaki masada poker oynayanların patırtısı yine dikkatini dağıttı Kurban’ın. Yine atışın sonunu göremedi. Ama pokercilerin masasında güneş saati olmadığını gördü bu arada. Hemen masanın ardında, duvarın yanındaki koltukta tek başına oturan hâmile kadının da güneş saati yoktu. İleride bir yerde tavla oynayanların, masa tenisi peşinde yorulanların, bilardocuların da…
Çay ocağından çıkan bir adam, elindeki güneş saatini getirdi ve Kurban’ın masasına bıraktı. Saat 35’i gösteriyordu.
“Nedir bu?”
Adam cevap vermedi. Çay ocağının karşısındaki masaya yaklaştı, oradaki göbekli, şık giyimli, iki dostuyla sohbet eden patron kılıklı adama birşeyler söyledi. Patron kılıklı adam, bir yan bakışla Kurban’ı süzdü. O sırada tavandaki lâmba söndü ve bir başkası yandı. Kurban’ın güneş saatindeki çubuğun gölgesi 20’yi göstermeye başladı.
“Hoşgeldiniz!”
Patron, masasına gelmişti. Kurban ona cevap vermedi. Kafasını salladı hafifçe. Önce öne, sonra arkaya doğru hareket ettirerek, “teşekkür ederim” ya da “hoşbuldum” mânâsında, salladı kafasını. Patron, Kurban’ın sol yanındaki sandalyeye oturdu, eliyle güneş saatini işaret etti.
“Bunlar güneş saatleridir.” dedi. “İşte bu sizinki. Herkese bir tane veririz burada.”
“Ne işe yarar peki?”
“Bunlar kadar işe yarayan başka saat yoktur. Bakın anlatayım… Siz geldikten sonra ışık değişti mi hiç? Yâni hep aynı lâmba mı yanıyordu?”
Tavanı gösteriyordu. Kurban yukarıya, yanmakta olan lâmbaya baktı.
“Siz masama gelmeden az önce yandı bu lâmba.”
“Tabii, sizin saatiniz de tam o zaman başladı 20’yi göstermeye…”
“Evet.”
“Bu kadar basit işte.” dedi Patron. Kurban birşey anlamamıştı.
“Nedir basit olan?”
“Şimdi, yâni saatiniz 20’yi gösterirken kalkıp gidebilirsiniz. Kapıdan çıktığınız ânda, ömrünüzün yirmi yılından vazgeçmiş olursunuz.”
“Nasıl!?” dedi Kurban, dehşetle. “Ömrüm eksilir mi yâni?”
“Aynen öyle. Ömrünüzün yirmi yılını burada bırakmış olursunuz.”
“Çok saçma! Niçin böyle birşey yapayım, sebep ne?”
“Bu sorunun ilk cevabı şu: Buraya gelmiş olduğunuz için… Buraya gelmek ya da gelmemek, her insanın kendi irâdesine bağlıdır. Gitmekse, burada bırakacağına…”
İyiden şaşırmış ve korkmuştu.
“Ya ikinci cevap!?” diye yükseltti sesini.
“Sizden istediğimiz ömür parçasına sebep, yarın sabaha kadar doğacak olan bir çocuktur.”
“Anlamadım!”
“Bu da çok basit. Yarın sabaha kadar bir bebek bekleniyor. Burada her ân bir bebek bekleriz ve onu hayâta göndermeden önce, eksiklerini tamamlarız. Şimdi; doğacak bebeğin, başlangıçta, yâni doğumundan önceki yirmidört saate kadar hiçbirşeyi yoktur. Yâni vücûdu vardır, elleri, ayakları, ağzı, burnu, gözü, kulağı falan vardır. Doğmasına yetecek kadar da ömrü vardır. Ama gözleri görmeyi, kulakları duymayı, ağzı konuşmayı bilmez. Yürü-mekten, ellerini kullanmaktan, koklamaktan haberi yoktur bebeğin. Biz, aynı zamanda siz, yâni sizin gibi buraya gelenler, ona bu eksiklerini, kendimizden bağışlarız.”
Kurban kekeleyerek sormaya çalıştı.
“Yâ-yâni b-bu yir-mi yıl…”
“Evet, saatinizin gösterdiği bu yirmi yılı bırakır giderseniz, bebeğe vermiş olacaksınız. Yalnız, şu farkla ki; sizin yirmi yılınız, bebeğe ancak iki yıl kazandıracak; onda biri kadar…”
Ağır gelmişti. Kötü kötü düşünüyordu. Bir yandan kendi tâlihsizliği acı veriyordu ona; bu garip yere rastlayışı, önüne bir güneş saati koyuluşu ve ömrünün eksilecek oluşu… Diğer yandan, doğacak bebeğin mâsum bekleyişine, ümitsizliğine ya da ümidine yanıyordu.
“Ya saati olmayanlar…” dedi, etrafına bakarak.
“Haa…” dedi Patron. “Onlar oyun oynuyorlar. İsterseniz siz de oynayabilirsiniz. Oyun oynayanlara saat vermeyiz. Eğer oyunu kazanırlarsa, ellerini kollarını sallayarak çıkarlar buradan. Ömürlerinde de bir eksilme olmaz.”
“Kaybederlerse…”
“Kaybederlerse burada temelli kalırlar. Bir bakıma, bütün ömürlerini verirler bu işe.”
“Bir daha çıkamazlar mı yâni; burada ne yaparlar peki?”
“Bizim ne yaptığımızı sanıyorsunuz? Sizce ben nasıl kaldım burada?”
“Siz de mi? Siz, böyle bir oyun oynayarak mı kaldınız burada?”
“Evet.”
Kurban gülümsedi. Alaylı alaylı baktı Patron’a.
“Yâni, aslında, ömrünüzün bir kısmını bir bebeğe vermek istemediniz.”
“Siz istiyor musunuz?
Kurban utandı. Karşısındakinin açığını yakalayarak köşeye sıkıştırmaya çalışmış, ama onun anlattığıyla aynı hâli yaşadığını düşünmemişti.
“Dostum, bu işte yargılamaya yer yoktur.” dedi Patron. “Alay etmenin, kınamanın, kızmanın işi yoktur burada. Eğer istiyorsanız, siz de bir oyun seçersiniz kendinize. İyi oynar ve kazanırsanız, çekip gidersiniz.”
“Ya kaybedersem, burada kalırsam…”
“O zaman hizmetiniz büyür işte. Bütün ömrünüzü bu hayırlı işe verirsiniz. Tabii bir de şu var: Az önce gözlerden, kulaklardan falan bahsetmiştim ya… Yâni kâbiliyetlerden… İşte, bir bebeğin tüm kâbiliyetleri, burada kalanlar tarafından karşılanır. Kalanların herbiri en az bir kere bir bebeğe bağışta bulunurlar. İçeride, başka bir salonda çalışanların herbiri için bir güneş saati vardır.”
“…ve o saatlerde rakamlar yoktur.”
“Çok zekîsiniz dostum. O saatlerde, bahsettiğim kâbiliyetler yazılıdır. Bakın, şu ileride kör bir yaşlı adam oturuyor ya…”
Patron masasının yanındaki kör adama baktılar.
“Evet.” dedi Kurban. “Burada kalanlardan mı?”
“Burada kalanlardan.”
“Gözlerini birine mi verdi?”
“İyi bildiniz dostum. Kime verdiğini de tahmin edebilirsiniz belki…”
Titredi Kurban. Böyle bir tahminde bulunmak düşüncesi, allak-bullak etti onu. O sırada kör adam ayağa kalktı, ezberlemiş olduğu düz bir yürüyüşle, beş-altı adım ötedeki duvara ulaştı. Duvarda birçok elektrik düğmesi vardı. Kör adam elini uzatıp, rastgele birine bastı, yukarıdaki lâmba yine değişti. Kurban hemen güneş saatine baktı; 70’i gösteriyordu. Çok yüksekti bu. Birden, kalkıp gitmesi hâlinde, daha kapıdan çıkarken öleceğini düşündü. Kalsa kalsa, yetmiş yıl ömrü daha kalmış olabilirdi zâten.
“Çok şanslısınız.” dedi Patron.
Kurban sinirlendi.
“Şans mı? Yetmiş be! Neresi şans bunun!”
“Daha birşey bilmiyorsunuz. Saatiniz 70’i gösteriyor ve siz hâlâ yaşıyorsunuz. Bu ne demektir, biliyor musunuz? Daha tam otuzbeş yıllık ömrünüz var demektir; belki daha da fazla..”
“Nasıl yâni, anlamadım!”
“Şöyle: Kaç yıllık ömrünüz varsa, o sayının iki katı saatinizde göründüğü zaman, kendi kararınız hiç hesaba katılmaz ve bu masanın başında ölürsünüz. Tabii, ömrünüz de bebeğe kalır.”
“Korkunç birşey bu!” diye bağırdı Kurban. “Saçmalık bu! Yâni, şimdi, saatim 100’ü gösterirse…”
“…ve elli yıl ömrünüz varsa…”
“…ölürüm, öyle mi?”
“Öyle!”
“Saçmalık bu! Neden böyle şeyler yapıyorsunuz? Neden böyle bir oyun oynamak zorundayım? Gitmek istiyorum buradan.”
“Gidebilirsiniz tabii, kimse sizi tutmuyor. Saatiniz 70’i gösterirken gitmek isterseniz, siz bilirsiniz. Neden böyle şeyler yaptığımıza gelince; bu çok normal değil mi dostum? Hayât böyle değil midir zâten… Çocuklarımıza, gelecek nesillere güzel günler yaşatmak için fedâ etmez miyiz ömrümüzü… Hiç göremeyeceğiniz bir gelecek uğruna ömrünüzün eksildiğini, üstelik bunu bilerek yaptığınızı kabûl etmiyor musunuz siz de?”
Bu mantık Kurban’ı iyice çileden çıkardı. Ama bir yandan, biraz sâkinleşmiş gibiydi. Hiçbir gücün, kendisini bu garip yerden kurtaramayacağını da anlıyordu artık. “Belki küçük bir sayıda çıkar giderim.” diye düşündü. Güneş saatine baktı, en küçük sayı beşti.
“Kaç yaşındasınız?” diye sordu Patron.
“Otuzbeş.” dedi.
“Eh, hiç fenâ değil, en az otuzbeş yıl da bundan sonra var. Kaç kişi yetmişini geçiyor ki bugün? Hiç fenâ değil. Hem dostum, yetmiş yaşınızdan sonra, hayâttan bugünkü gibi zevk alabilecek misiniz bakalım… Sıhhatli, neşeli, hâli-vakti yerinde olabilecek misiniz? Yoksa, acılar içinde, sefil, yalnız bir hayât mı bekliyor sizi? Kimbilir, belki de sizi intihara sevkedebilecek üç-beş yılı şu bebecikten esirgemeyin.”
Patron, hâmile kadına bakıyordu. Bütün oradakiler içinde, herhangi bir oyun oynamadığı hâlde güneş saati olmayan, bir o vardı.
“Bebeği o mu doğuracak?”
“Evet.”
“Sabah mı?”
“En geç sabah. Daha erken de doğabilir, ama bağışlarımız sabaha kadar sürecek.”
“Peki, o zamana kadar herşey tamamlanmazsa…”
“Tamamlandığı kadar… Biz ne kadarını verirsek, o kadarını yaşayacak.”
Kurban elini masaya vurdu, güneş saati titredi.
“Çok kötü bu, haksızlık bu; zavallının suçu ne!”
“Neden haksızlık olsun dostum! Evet, bâzan tâlihsiz yavrular da olmuyor değil. Doğarken ölenleri, sakat yaşayanları da gördüm. Ama hiç üzülmeyin, insanın bir iyi tarafı vardır. Çok bebek, herşeyini bularak çıktı bu kapıdan. Hattâ bâzan iki kişiden göz alıp kuvvetli gözlerle, bâzan birkaç kişiden söz alıp kuvvetli sözlerle gidenler oldu. Birçok insanın el verdiği, gönül verdiği bebekler oldu. Hiç üzülmeyin; bu bebek de, göreceksiniz, insanlardan aldıklarıyla tam bir insan olacak. Hem, siz de bir tuhafsınız dostum. Anlamadım ki; kendinizi mi düşünüyorsunuz, bebeği mi…”
Yandaki masada oyun bitmişti. Kâğıtları bıraktılar ve içlerinden ikisi, neşeyle dışarı çıktı. Kurban imrendi onlara. Oyunu kaybeden diğer iki kişi ise biraz burukça, ama ifâdesinden hiçbirşey anlaşılamayan gözlerle daha iç salonlara açılan bir kapıya yöneldiler. Kurban, sanki onlara da gıptayla bakıyordu. Gidenleri takip ederken, gözleri yine bilardoculara takıldı. Yine aynı genç, yine aynı atışı yapmak üzereydi. Yine diğeri ıstakasını tebeşirliyor ve kızlar onları seyrediyordu. Kızların güneş saatleri vardı. “Bu sefer tamamını seyredeceğim.” dedi Kurban, içinden. Başka hiçbirşeyin dikkatini çekmemesi için, gözlerini bilardo masasına dikti. Genç bilardocu vuruşunu yaptı, beyaz top kırmızıya vurup kısa banta doğru yöneldi ve…
…Ve o sırada ışık yine değişti. Kör adama baktı hemen; yerine dönüyordu. Ne kadar tanıdık bir bakışı vardı bu kör adamın. Sonra yine aceleyle güneş saatine baktı; 45 olmuştu. “Dışarı çıkmak için pek yüksek bir sayı” diye geçirdi aklından.
Dışarıya açılan kapıdan bir adam girdi içeri.
“Geldi işte.” dedi Patron.
Kurban adama baktı.
“Kim geldi, kim o?”
“Onun da bir güneş saati vardı; 20’yi gösterdiğinde çıktı dışarı.”
Kurban şaşırmıştı, hayretle sordu.
“Peki, niçin tekrar geliyor, deli mi bu adam!?”
“Hayır, deli değil, bebeğin babası o.”
“Yaaa!.. Ama o zaman niçin yirmi yıl verdi? Daha çok vermesi gerekmez miydi?”
“Daha fazlasını verebilmek için geri döndü ya… İlkinde ise, henüz bebeğin hiç ömrü yoktu; doğuvermesi hâlinde yaşayacak zamanı olmasını istemiş olmalı. Ama şimdi de fazla bir ömür veremeyecek bebeğe.”
“Nedenmiş o!? Babası değil mi; gerekirse…”
Patron sözünü kesti Kurban’ın.
“Babası olduğu için veremeyecek. Bu sefer öyle bir ayarlayacak ki, bebek doğduğunda babasız kalmasın.”
Kurban kafasını salladı yine. Dudaklarını büzerek birbirine bastırmış, anladığını belirtiyordu. Bebeğin babası yaklaştı, Patron’a selâm verdi. Patron bir sandalye gösterdi ona. Baba Kurban’ın sağ yanına oturdu, tanıştılar. Bebeği nasıl zevkle, nasıl sevgiyle beklediklerini, geleceği için neler düşünüp plânladıklarını anlattı biraz. Dönüp, arada bir hâmile karısına bakıyordu. Garsonlardan biri bir güneş saati getirip önüne koydu. Saat 70’i gösteriyordu.
Patron garsona sordu.
“Nasıl gidiyor?”
“Fenâ değil.” dedi garson. “Bebeğin daha şimdiden 37 yılı oldu. İçeride de ayaklarını, burnunu verdiler. Sabaha kalmaz, hepsi tamam olur.”
Babanın yüzü gülücüklerle donanıverdi birden. Kurban’a döndü.
“Yetmiş çok iyi.” dedi, kendi saatini göstererek. “Demek, bir otuzbeş yılım daha var. Artık, rahatça bir yirmi yıl daha verebilirim. Ama bekleyeceğim biraz, ona ne gerekiyorsa onu vermek istiyorum.”
“Anlıyorum sizi.” dedi Kurban. Baba meraklıydı.
“Siz ne vermeyi düşünüyorsunuz?”
“Bilmem ki…”
Patron araya girdi.
“Dostumuz daha yeni sayılır. Kuralları öğreniyor. Demin onun da saati 70’teydi. Şimdi daha rahat karar verebilir artık.”
“Evet.” diye fısıldadı Kurban. “Düşünüyorum, çok farklı bir durum bu. Neyin iyi olacağını kestirmeliyim.”
Uzaktaki masalardan birinden bir kadın kalktı, kapıdan çıktı. Garsonlardan biri, onun boşalttığı masaya gitti, güneş saatini aldı, geçerken Patron’a,
“Otuzbeş…” dedi.
Kurban şaşırdı.
“Tuhaf şey, otuzbeş yıl verdi ha!”
Baba hesap yapmaya koyuldu.
“Kırk yıl altı ay oldu, çok iyi bu!”
Dönüp, elleriyle işaretler yaparak karısına bildirdi sonucu. Kadın gülümseyiverdi, elinin birini şişkin karnına dokundurdu, dinledi.
“Peki, annesi ne verecek?” dedi Kurban. Onun sorusuna cevabı Patron verdi.
“Anneler hiçbirşey vermezler burada. Doğduktan sonra, bütün bir ömrünü çocuğuna verecektir zâten.”
“Öyle ya!” dedi Kurban.
Kör adam ışığı yine değiştirmişti. Kurban, saatinin 60’ı, Baba’nınkininse 85’i gösterdiğini gördü. O sırada, ilerideki bir adamın başı, önündeki masaya düştü. Gürültü etraftan duyulmuştu, herkes ona baktı. Garsonlar koşturup adamı kucakladılar, iç salonlara doğru taşıdılar. Döndüklerinde içlerinden biri yine patrona geldi.
“90’da durmuş saati. Kırkbeş yıl verdi.”
“Dörtbuçuk yıl daha!” dedi Baba. Yine hesaplar yaptı, karısına seslendi.
“Kırkbeş oldu!”
Kadın bu sefer iki eliyle okşadı karnını.
***
Sabah yaklaşıyordu. Alınan son haberler, bebeğin altmışiki yıllık bir ömür edindiğini bildiriyordu. Baba sevinçliydi. Patron, Kurban’ın masasından kalkmamış, rahatlamış bir yüzle oturuyordu. Arada, garsonlar çay getirmişlerdi onlara. Çaylarla birlikte bebeğin kazandıklarını da anlatmışlardı. Son seferinde Patron,
“Durum nedir?” diye sordu, gelen garsona.
“Altmışyedi yıl..” dedi garson. “Ama hâlâ gözleri ve gönlü yok.”
“Daha zamanımız var.” derken, Baba’ya baktı Patron.
Kurban bilardocuları izliyordu. Beşbant atışının sonunu yine göremedi, çünkü, bu sefer de, “gözleri ve gönlü yok” sözleri alıkoymuştu onu.
“Gözleri mi? Çok kötü ama bu!”
“Gönlü de yok; o daha kötü!” dedi Baba.
Kurban içleniverdi. Saatine baktı, Baba’nın önündeki saate baktı, hâmile kadına, kör adama baktı. Kime vermişti bu kör adam gözlerini? Hâmile kadının karnına baktı bir kere de… Düşündü ve düşündüğünü bağırıverdi Baba’ya.
“Satranç bilir misiniz?”
“Evet.”
“Benimle oynar mısınız?”
Baba bozuldu biraz. “Bedava çıkmak mı istiyorsun?” der gibi baktı Kurban’a. Kurban,
“Lûtfen!” diye inledi.
Burada yargılama yoktu, kızma, kınama, öfkelenme olmazdı.
“Oynayalım.” dedi Baba.
Patron garsonlara emir verdi; güneş saatlerini kaldırıp satranç takımını getirdiler. Taşları dizdiler ve açılışı Kurban yaptı. Şahın önündeki piyonu iki kare ileri sürdü.
“Beyazların sizde olması birşey farkettirmiyor.” dedi Patron. “Nasıl olsa bebeğin babasıyla oynuyorsunuz.”
“Ne demek o?”
Baba da şahın önündeki piyonu ileri sürdü.
“Ne demek olabilir ki…” dedi. “Benim sizi yeneceğimi ve buradan çıkıp gideceğimi düşünmüyorsunuz ya!..”
Kurban kıpkırmızı kesildi. Bunu hiç düşünmemişti. Gerçekten de aklından böyle birşey geçirmiş değildi.
“Ben onun için değil…”
“Ama henüz bilmediğiniz birşey var.” diye ekledi Baba. “Sizi yenip kendi isteğimle de kalabilirim burada. Yâni çocuğuma gönlünü vereceğim önünde-sonunda.”
Kurban Patron’a baktı.
“Doğru mu bu!? İsterse burada kalabilir mi, yâni yenilmeden?”
“Evet, kalabilir.”
“Ya ben… Ben de istersem…”
“Siz de kalabilirsiniz tabii. Babaların bir ayrıcalığı yoktur.”
Kurban sevindi bu habere. Vezirin önündeki piyonu da sürmek üzereydi ki, vazgeçti, sandalyesinin arkalığına yaslandı.
“O hâlde oyuna hiç gerek yok!” dedi.
Baba birşey anlamamıştı.
“Ne demek, ‘oyuna gerek yok’?”
“Yâni, ben zâten yenilmek istiyordum. Sizin, Baba olduğunuzu hesaba katmadım, o kadar. Şimdi artık, yenilmeden de kalabilirim burada. Çocuğunuza gözlerini ben vereceğim.”
Baba uzandı, Kurban’ın ellerini tuttu, dostça. Gözlerine uzun uzun baktı, ağladı. Garsonlardan biri “77” yıl haberini getirdiğindeyse, hıçkırıyordu artık. İleriden hâmile kadın, herşeyi anlamış gözlerle süzüyordu onları.
“O hâlde içeri salona geçelim.” dedi Patron.
Giderlerken, “Delikanlı!” diye bir ses çalındı Kurban’ın kulağına. Dönüp baktı, kör adamdı bu.
“Gözlerin bebeğe yakışacak.” diyordu.
Kurban şaşırdı buna.
“Siz görebiliyor musunuz?”
Kör adam, asırlık bir tebessümü yaydı dudaklarına.
“Elbette.” dedi. “Bilmiyor musun; otuzbeş yıldır senin gözlerinle görüyorum ben!”