‘Gökhan Özcan’a ve tüm bi-kanatlara’
Yanlışlarınızı kucağımda bırakıp gitmeniz yetmiyormuşcasına bir de giderayak üstü kalsın bakışlarını sapladınız cılız bedenine. O da bir fotoğraf karesine dönüştü, sokak lambasının altındaki çöp bidonunun yanı başında.
Ben ve yanlışlarınız.
Yanlışlarınız ve ben.
Yalnızlığımı onlara sarılıp teselli ettim. Onlar da benim kelimelerimle kendilerini ifade ettiler.
Gecenin ilerleyen bir vaktiydi. Hayır, aslında koca bir mürekkep lekesinin içinde yüzüyordum. Hikaye, kimliği belirsiz kişilerce kıyının hayli açığındaki bir adaya kaçırılmıştı. Onu kurtarmalıydım. Zira içinde benden de bir parça vardı. Ancak öncelikle müthiş bir akıntıyı aşmak gerekiyordu. Sarkaç olmakla ölmek arasında gidip gelirken ben ilk kulaçlarımı atmaya başlamıştım.
Bir çocuğum olmadı benim. Çocukluğum da. Çoğunuzun hayat bilgisinin ilk ünitelerinde kavradığı yerçekimi kanunuyla merkezkaç ikileminin sınırladığı çerçeveye bir şekilde Fransız kaldım. Başarısızlığını hayatının ilk adımlarında ispatlamanın verdiği rahatlıkla attım daha sonraki adımlarımı. Yollar yürümekle aşınmadı ama nasırlarım bana post-modern kabuslar yarattı.
Çocukluğunu Yaşamamış İnsanlar Konfederasyonunun iki numaralı bildirisi uyarınca ekmek almaya yolladığımız fakat bir türlü geri gelmeyen çocuklarımızın anısına üç dakikalık saygı duruşunda bulunmak üzereyken çalar saatin canhıraş zili bizi yeni mesai gününe yetişmemiz için uyandırdı. Yarım kalan rüyalarımızı çoktan unuttuğumuz için kayıp çocuklarımızın hiçbirinin eksikliğini hissedemedik. Hasılı kelam kaleleri unuta yitire büyüdük. Kalemlerimiz kırıldı ve sessizliğe büründük. Yalanı, yolda küçük tatlı bir hayvan olarak bulup evlerimizde besleyip büyüttükten sonra bütün hayatımızı işgal etmesini kayıtsızca seyrettik.
Hava parçalı bulutlu, ısı sekiz dereceydi. Dolar altı basamaklı rakamlarda raks ederken Türkiye önce dünyada ilk naklen yayın esnasında intihar ederek tarihe altın harflerle geçen medarı iftiharımız için doyasıya ağladı. Gözyaşları ve duygular bir sel gibi akıp gitti ve artlarında varolduklarına ilişkin en ufak bir leke bile bırakmadılar. Ardından milli maçta aleyhimize verilen penaltıya küfürler savurdu canım Türkiye’m. Nihayet tüp gaz zammını öğrenip evden otobüs durağı istikametinde attığı adımlarla mevzudan ayrıldı.
Bu esnada ekmek almak üzere evden bakkala gönderilen çocuklar da köşedeki sokak lambasının altında çöp bidonunun yanında kendilerine kaybetmemeleri sıkı sıkı tembihlenen parayı, kara cübbeli kargalara kaptırmışlardı. Onları hiç kimse göremedi. Zira büyük bir mevzudan ekonomik sebeplerle ayrılan insanlık komedyası, henüz başka bir kocaman mevzu bulamadığı için olsa gerek küçük sahtekarlıklarla avuttuğu ömrünün farketme organlarının, karşı istikametten gelen hormonlu domates yüklü kamyonun altında ezilip yamyassı olmasına seyirci kalmış hatta bununla yetinmeyip alkışlamıştı bile.
Ağlamıyorum muhtarım Merkezi Gözyaşı Komitesi’nin bana tanıdığı ön yıllık tahsisatı ilk günden tükettiğinden böyle bir eyleme girişmem teorik ve pratik olarak mümkün değil.
Bekçi amca sarhoş değilim.
O izmaritleri ben atmadım çöpçü ağabey. Sigara içmem vallaha.
Babam, Çocukları kötü alışkanlıklardan uzak tutma vakfında mütevelli heyet başkanıdır. Daha doğrusu başkanıymış. Size annemin rivayetini anlatıyorum. Babam toplantı biter bitmez gelecekmiş. Anne… anne bu ağabey diyor ki… anne nerdesin? Anne! Anne!
TELGRAF ekmek almak için evden yollanıp geri dönmeyen çocuklar üşüdü STOP çocukluğunu yaşamayan insanlar konfederasyonu bir kooperatif yolsuzluğu sebebiyle lağvedildi STOP mesai saati asla başlamadı STOP anneden haber alınamadı STOP
Çocuk: Anne! Anne! Anne!
Boşuna bekliyorum burada. Yanlışlarınız boşuna bekliyor. Kalkıp gidiyorum. Birşeyler dökülüyor kucağımdan. Gri düğmeler olmalı. Aldırmıyorum.