Bugün: 12 Haziran 2005
Bir Fransız tatil köyündeyim. Canım çok sıkılıyor. Buraların tatil, eğlenme ve yaşam tarzı bana göre değil. “Pekiyi madem sana göre değil, ne işin var orada?” diyebilirsiniz. Bir iş gezisi sevgili okur, iş gezisi. 3 gün buradayım, daha ilk günden canım sıkılmaya başladı. İlk gün sahilde bir yürüyüş yaptım.
İkinci gün, -sahili ezberlemiş olduğum için- dağlara vurdum kendimi. Heyelân tehlikesi yazan tabelâya aldırmayıp, büyük yarların üstüne doğru çıktım, çam ormanlarında gezindim. Benden önce buralara sadece koyun ve keçiler tırmanmış, arkalarında bıraktıkları tespih tanesi gibi pisliklerinden anladım. Ufukta yatlar, gezi motorları yüksek sesle müzik çalarak, turist eğlendirmeye çalışan şaklabanların (buralarda bunlara animatör diyorlar) çığlıkları altında ilerliyordu.
Bir süre tırmandığım kayalıkların ardından ulaştığım dağda yürüdüm, uzak ufukları seyrettim. Biraz oturdum, sonra geri döndüm. Odama geldiğimde, bu koca günü nasıl geçireceğimi bilmez bir halde yine kendimle baş başa kaldım. Geldiğim günden beri televizyonun uzaktan kumandası bozuktu. Resepsiyonu aradım, karşıma Fransızca konuşan bir bayan çıktı. Sanırım Fransız’dı. Burada personelin çoğu yabancı çünkü. Resepsiyona birkaç dil bilen eleman koymuşlardır düşüncesiyle, derdimi Türkçe anlatmayı denedim. Ardından panikle hemen Türkçe bilen bir beye bağladı beni. Derdimi Türk görevliye anlattım, yeni uzaktan kumanda saatler geçmesine rağmen yine de gelmedi. ‘Aslında uzaktan kumandanın bozuk olması da yararlı bir şey’ diye kendimi avutmaya başladım. Uzaktan kumanda değil mi bizi koltuklarımıza sabitleyen. O olmasa en azından kanal değiştirmek için yerimizden kalkıp biraz gezinmiş oluruz!
Tatil köyünde çalışanların çoğunun yabancı olduğuna değinmişken anlatmam lâzım: Tatil köyüne ilk girişte, Fransız, Rus, İsrail ve İngiliz gençlerden oluşan yaklaşık 25-30 kişilik bir animasyon grubu tarafından karşılandık. Daha otobüsteyken el sallamaya şirinlikler yapmaya başlamışlardı. Müşteri memnuniyeti ilkesini içselleştirdikleri her hallerinden belliydi. Otobüsten inince çeşitli dillerde “hoş geldiniz”lerle karşılandık. Terimizi kurulamamız için küçük havlular ve serinlememiz için karışık meyveli kokteyller sunuldu bize. Gelenlere danslı gösteriler de yaptıklarını sanıyorum. Ancak bizim karşılama pek uzun sürmedi, çünkü bizim grubun hepsi Türk’tü ve bu ritüeli izlemekten çok dinlenmek için kendini odalara atmayı planlıyordu.
Odalarımız hazırlanırken, plajda üstsüz güneşlenen, yüzen, step yapan, su kayağı ile vakit geçirmeye çalışan, karşıdaki dağdan paraşütlerle atlayan, spor salonunda formunu korumaya çalışanlardan oluşan bir kitlenin burada kaldığını gördüm.
Burada Türkçe bilen kişi bulmak çok zor. Tatil için gelenler genelde Fransız olduğu için, personel bizi de Fransız sanarak Fransızca konuşmaya çalışıyor önce. Türk olduğumuz öğrenince, anlaşmanın zor olduğunu onlar da kabul ederek, iletişim kurmaktan vazgeçiyorlar. Animatör, su kayağı, okçuluk, step gibi birçok spor dalı yabancı hocalara emanet. Onlarla anlaşmak için Fransızca bilenler açısından bir sorun yok. İngilizce bilenler için ise biraz da olsa şans var. Burada Türkler, güvenlik görevlisi, aşçı, garson, komi gibi işler yapıyorlar. Bizimkilerle fırsat buldukça sohbet ediyorum. Onlar açısından hayat nasıl gidiyor derseniz, onlara göre yaptıkları iş çok rutin. Turistlerin rahat davranışlarını biraz yadırgıyor gibi görünüyorlarsa da alışmışlar zamanla.
Burası mekân olarak oldukça güzel, Akdeniz’in doğal mekânlarından biri bu amaçla parsellenmiş. Çam ağaçlarının çevrelediği upuzun bir sahili bulunuyor. Arkasında dağlar yükseliyor. Konaklama yeri, sahil ile dağların arasında kalan çam ağaçlarının arasında iki katlı Akdeniz’e özgü, badanalı villa tipi odalardan oluşuyor. Ağustos böceklerinin aralıksız cırıltıları içinde insanı şehirden uzakta olduğuna ikna eder bir atmosferi var. Su berrak, temiz. Zaten Akdeniz’i oldum olası, bu kadar berrak deniz suyunu ilk defa Akdeniz’de gördüğüm için sevmişimdir. İstanbul’da vapurla karşıdan karşıya geçerken, koyu yeşil kirli deniz suyunun kokusunu teneffüs etmek zorunda kaldığımızdan, Akdeniz’in ayrı bir yeri var bende. Gerçi, İstanbul’da vapurla karşıdan karşıya geçerken, denizin kokusunu duyabilmek de büyük bir ayrıcalık. İstanbul’un gecekondu semtlerinde yaşayıp da yaşı 45’in üstünde olup hayatlarında hiç deniz görmemiş insanlar var. Bu da büyük şehrin bir trajedisi.
İstanbul’da iki kıta arasını köprüleri kullanarak geçenlerin durumu da pek iç açıcı değil. Denizi köprüden geçerken yaklaşık 40 saniye görebiliyorlar. Denizin kokusunu duymalarına ise imkân yok. Aslında en acıklı yeri de burası. Köprülerden geçerken, İstanbul’a yüksekten bakmak bir ayrıcalık; İstanbul vapurdan, deniz seviyesinden güzel gözüküyorsa da, köprülerden geçerkenki güzellik de bir başka. Ancak manzarayı seyir için, karayolunu tercih ederlere vapurla geçenler kadar büyük bir keyif zamanı yok. Onun için sürekli Asya’dan Avrupa’ya, Avrupa’dan da Asya’ya geçen biri olarak, bu kısa süren eşsiz manzarayı seyretmek için, o an ne iş yapıyorsam ara veririm. Kitap okuyorsam, hemen kitabı bırakırım dizlerimin üstüne, ya da biriyle konuşuyorsam, onu duymaz olurum. Boynumu tutulmuşçasına İstanbul’u 40 saniye aralıksız görmek için pencereye çeviririm.
Tatil köyünde İstanbul’u düşünmeye biraz ara verip, buradaki “internet cafe”ye gittim. Belki her şey dahil sistemine o da dahildir, ücretsiz e-postalarıma bakar, gazete ve dergileri internetten okurum diye bir göz atayım dedim. Sabah saatin sekizi olduğu için ‘internet cafe’ açık değildi. Girişte de fiyat tarifesini gördüm. Saati yedi dolarmış. Çok pahalı, İstanbul’daki saati 500 bine bile “internet cafe” bulmak mümkün oysa. İnternete girme fikrinden vazgeçtim.
Odama dönüşte, cep telefonumun hattını kullanarak taşınabilir bilgisayarımdan internete girmeyi denedim. Burası dağlık olduğu için cep telefonu odamda zor çekiyordu, bu nedenle internete girmek de tam anlamıyla mümkün olmadı. Bağlantı kurmama rağmen, işlem hızı çok düşük olduğundan, interneti kullanamadım. E-Postalarıma bakıp, gazetelerdeki haber ve yorumları okuyamadım. Televizyonla yetinmek zorunda kaldım. Gazete manşetleri ve günün olaylarını televizyondan biraz olsun öğrendim.
Ancak ne gariptir ki, şehirdeyken, “Bu siyasi gündem beynimi iğfal ediyor. İşim gazetecilik olmasa, gündemle hiç ilgilenmeyeceğim, gazete okumayacağım, televizyon seyretmeyeceğim, siyasetin, güncel haberin canı cehenneme! Bir dağ evine yerleşip domates yetiştirmeliyim!” derken, şehirden uzak olunca, ‘acaba memlekette neler oluyor’ merakı içindeyim.
Şehirde yaşayan çoğu kişinin aklında, şehirden kaçmak, bir köy ya da dağevi sahibi olmak, dingin bir hayat sürmek vardır. (Bu arada, iş stresi ve yoğunluktan bunaldığım bir dönemde, aradığım kelimenin dinginlik olduğunu buldum. Dinginlik üzerine ayrıca yazmalıyım!) Şehirden uzak bir dağ ya da köyevi sahibi olma amacını birçok kişi ancak emekli olunca gerçekleştirebilir. Çoğu kişi emekli olunca köyüne geri döner. İmkânı iyi olan da sakin bir yere yerleşir, şehri terk edip. Son yılları, sakin bir mekânda geçirmek arzusu vardır.
Sakin bir hayat özlemini, emekli olmadan yerine getirebilenlerden olmayı diliyorum.