Ela gözlü, narin, utangaç menekşe ile güzelliğini sergilemekten doyumsuz haz alan altın çiçeği(mantuvar) annelerinin bahçesinde sürekli çekişirlerdi. Tatlı bir çekişmeydi bu; sen güzelsin, ben güzelim çekişmesi. Annelerine göre ikisi de güzeldi kızlarının. İkisi de dünya güzeliydi, ayrı güzeldi ikisi de. Gün geldi, menekşenin de, altın çiçeğinin de boyları serpildi. Boyları serpildikçe çekişmeleri kavgaya dönüştü. Yok, rüzgarda sen güzel salınırsın, yok ben güzel sallanırım, yok senin gözlerin şaşı, yok senin yüzünde ölüm sarısı var… gibi sudan sebeplerle kıyasıya kavga eder oldu iki kardeş. E, annelerininki de can; kadıncağız boş bulunduğu anda beddua ediverdi. A kızlarım; Tanrı’dan dileğim biriniz yazın biriniz güzün açsın, dünya gözüyle birbirinizi görmeyesiniz, birinizin boynu eğri kalsın, diğeriniz dünya durdukça ölüm renginde açsın; ölü suyuna katılsın. Beddua Tanrı indinde kabul oldu. Menekşe ilkyaza, altın çiçeği son yaza/ilk güze sürgün edildi. Menekşenin boynu büküldü, rengi pişmanlıktan mora kesti. Altın çiçeği dalından koparılsa bile donup kalır oldu. Toz haline getirilip ölü suyuna katılır oldu. Birbirlerine kıyamete kadar kavuşamaz oldular. Anne çiçek ise bedduasından sonra gerçekleşen bu sürgünden dolayı ince hastalığa tutuldu. İç geçire, ağlaya sızlaya can verdi. Nisan yağmurları o annenin gözyaşlarına nispetle yağar; yaz sarısı, eylül sarısı o annenin soluk benizine nispetledir. Eylül serinliğini anne çiçeğin ölüm serinliğinden alır.
Annem, doğduğumda ağlamaktan kaskatı kesilip sessiz sedasız kalınca, o sonbahar günü soğuyan tenimin aldatıcılığına kanıp beni öldü sanmış. Suyuma bir avuç altın çiçeği tozu katmış. Öyle yıkamış beni. Tuza bandırdığı bu küçük insan yavrusunu bilmeden ölüme bandırmış. O gün bu gündür ölüme ve eylüle yakın yaşarım.
Yakın yaşadığım eylül, içimde boğulan denizlerden, uzayan, yüzyıl sürecekmiş gibi uzayan yangınlardan, ayaklarımın yeryüzünde iğreti yürüyüşünden, başımdaki “Ağrı” dumanlardan, ölümün her an tenimi yoklamasından, her kadın gördüğünde aşık ol, aşık ol diye yalvaran gönlümün haylaz çırpınışlarından belli eder geldiğini.
Eylül gelince ben giderim. Bilinmez, bilinirse de bilin bilir; nereye giderim? İçimden dünyaya tutunmak gelmez eylül geldiğinde. Kendimi aynı anda hem dünyanın en ihtiyarı hem yeni doğmuş bir bebek sanırım. Tutunmasam da, eylül yakalar beni, yakar, yankılandırır. Bir yakı gibi vurur doğanın sızlayan yarasına.
O sürgün kızlardan ikincisiyle ikinci defa bir eylül günü tanıştım. Üç dal koparıp bir tutam yaptım; kokladım. Genzimdeki o yakıcı kokuyu dünyanın hangi şehrinde olursam olayım, eylül geldiğinde hatırlar; karşımda salına salına gelen “ölüm”ü seyrederim. Ölüm bütün sarışınlığıyla gülümser bana. Bütün çiçekleriyle, bütün yapraklarıyla, bütün salınışıyla, bütün şehvetiyle, bütün…
Tanrım; “çiçek” ve “ölüm” ne kadar uzak sözcükler birbirine. Oysa ne kadar yakınlar; insanlar bilmiyor; iki sürgün kardeş gibi kan bağı, kader bağı var aralarında. Ben de durup dururken yaramaz bir sızı iliştiriyorum insanların umursamaz tarafına. İnsanlar yine de umursamaz, kayıtsız; ayetlere bile…
Eylül Tanrı’nın en içli ayeti gibi dokunuyor oysa; yüzümüze, saçlarımıza…
Zaman, o en tatlı sevgilimiz, yılda bir eylül giysileriyle çıkıyor karşımıza. Toprak, o doğurganlığı hiç bitmeyen anne; gökyüzü, o mavi mavi kuduran baba ne kadarda övünüyor Eylül adlı kızlarıyla. Oysa farkında değiliz eylülün bir sevgili olduğunun.
Uzaklaşıyoruz eylülden. Uzaklaşıyoruz; Mehmet Rauf, müfredat, kayıtlar başladı, 4 Eylül Mavi Treni, 9 Eylül İzmir’in Kavakları, 12 Eylül, Mamak hatıraları, Eylülde Gel şarkısı, Ağustos Eylül Ekim, mekteplerin açılması, tatil dönüşü, işsizlik, gazete manşetleri, futbol, memur maaşları… arasında kendimizden.
Eylül de biliyor bunu, kalmayacak bizimle…
(Yazı bitti sevgili okuyucu; yaz da bitti. Eski defterlerimin “eylül” sayfalarında kayıtlı şiirler gördüm. Buracığa almadan edemedim; bağışla! M.A.)
EYLÜL
serin adımlarınla çağrılmadan geldiğin
belli, hüzün bırakır içimize gözlerin
ağır şarkılar gibi başlar ve çekilirsin
ağır, şarkılar gibi ağır, kederli, derin…
adını hangi rahip gülümseyerek verdi
gözleri sarı/yeşil yalımlanan kızlara
kızlar ki seni aydan daha fazla severdi
gelin rüyalarında tutunup yıldızlara
EYLÜL
yüzü gümüş bir güneş gibi billur
yaz eylülü gülümserken doğurur
EYLÜL
bir ay değil eylül
yenilendikçe ömrümüz
bizi çıldırtan bir kadın
ağı dolaşan bir kız
eylül
/yoksa nikahlı mıyız/
der ki annem:
eylül
bir yokmuş
bir varmış
kuşlar söyledi:
-bahçelerde yangın var-
hey eylül geldiğinde
saçılan bir nar gibi
anlatılan masallar
eylül kadar zengin
taze
eylül kadar
dağlardan dalgalı
gelip yazıya dökülen
sarraf güzeli saçların
yazdır
ağarır güze uzadıkça
cümle sarışınlığın
masal biter
EYLÜL
dallardan
bir yaprak titreyerek
ansızın düşer
/bir yaprak daha/
sonra çoğalır
-bu ilk ölüler için-
rüzgar
fırtınada büyüyen dalgalar
çığlık çığlığa bırakır yalnızlığını
kıyıya
/bir çığlık daha/
sonra çoğalır
-bu ilk ağıtlar için-
karanlık
her an/ki
vaktinden önce gelir
bir adım
/bir adım daha/
sonra çoğalır
-bu sandığımızdaki siyah giysiler için-
yüzümüz
her sabah serinler
/her sabah daha/
sonra çoğalır
-bu soğuyacak olan kendi tenimiz için-
EYLÜL
gözlerin
bir eylül kadar sıcak
bir eylül kadar serin
ilkbahar ve sonbahar
minyatürden ellerin
kıyısında şarkılar mırıldandığımız yaz
sen gülünce kaynayan sarışın bir denizdir
gözlerin kadar derin
EYLÜL
sokaklarda bir adam
her yanı küle kesmiş bir akşam havasında
çıldırıyormuş gibi uzun şiirler okur
ölüm nokta aşk virgül
o adam benim desem güler geçersiniz
o adamın kimliği sizi ilgilendirmez
oysa birazcık sokulup dinleseniz
kalbiniz bir denize akardı
bir denize akardı kalbiniz gürül gürül
yazık siz o denizi bilemezsiniz
derinizin esmerliği o denizden değildir
bakın dikkatli bakın işte görüyorsunuz
karada kara-yağız bir dilber boğuluyor
kakülünde unutulmuş bir gül
eylül
EYLÜL
ağustos
altın sırmalı tahtından
anlayamadık, kayboldu
uzun sarı saçlarıyla o sımsıcak saraydan
mümkündür ağustosu
bir yaz sonu güzeli adı üstünde eylül
sessizce uğurladı
-bir günün beyliği beylik
bir ayın-
eylül
bir devlet düşkünü gibi aramızda
mahzun melül
EYLÜL
eylül
solgun ve muhayyel
bir gül yalnızlığı yakamızda
yahut
kitabımızda son virgül
ona muvakkitler
aylardan bir ay desinler
müneccim istemez
zira eylül
aşikar bir ölümün rengidir
EYLÜL
biraz süryani
çokça türk
bir kız usulca sokulur göğsümüze
/bir de aşk/
ateşle olgunlaşır mühür güzeli bir yalnızlık
münbit bir acının mecazıdır
/bir de aşk/
eylül bir gazel söyler tanrının kitabından
yalnız hüzün dökülür dudaklarından
/bir de aşk/
kuşlar uçar uçar uçar
tüylerinde hafif bir sarılık
hafif bir ayrılık izi gözlerinde
/bir de aşk/
EYLÜL
ay sarı
ayvalar sarı
aynalar…
saçları kına sarısı
bir bahar ihtiyarı
uzamış ve sararmış yeşil parmaklarıyla
tütün sarıyor gibi
dolamada yolları
aynalar sarı
ay sarı
ayvalar…
EYLÜL
kanlı bir örtüdür sarındığımız
sonra gökyüzünün solgun şiiri
atlas bohçalara çırpılan yıldız…
ince acılara konuyor rüzgar
ölümdür yarısı gördüğümüzün
yarısında sevgilimiz eylül var