Sabah yine baş ağrısıyla uyandım. Sağ gözümün çevresi ve üstü zonkluyordu. Rüyamda da başım zonkluyordu. Zonklayarak uyandığımda ertesi günün sabahına değin başım ağrıyor. Eşimden su istedim. Altı tane parolu içtim. Yok, bu olmayacak diye geçti içimden. “Bana iki tane alvares verir misin canım” deyince bayramlık ağzını açtı. “Kendini düşünmüyorsan bari bizi düşün. Hadi beni de düşünmüyorsun, yahu çocuklarını babasız mı büyütmemi istiyorsun. Sendeki zaten karaciğer değil ki, miden manda derisinden, hele böbreklerin, onlar kesin kendini yeniliyorlar…” Haklı yakınmalarına alışmıştım. Kaktım, çalışma masamdaki çanaktan bir de metpamit aldım. Bulantı vardı. Üst kata, salonu çıktım. Kahvaltı masasına oturdum.
Aklımda hep Kınalı.
Gece yine İskitler’deydim düşümde. Bakışlarını unutamıyordum. Arabanın ardından uzunca bir süre koşturması hele. Yorulmasın diye –zaten sıska idi, orada yiyecek yoktu, su nerdeee!- yavaşlamıştım. Anayola kadar takib etmişti. Aynadan baktığımda iki patisi üzerinde yükselmiş olduğunu gördüm. Kararlıydım. Onu oradan alıp getirecektim. Kahvaltı yaparken eşime, “ne dersin, getirelim mi?” diye sordum. “Anlamadım?” dedi. “Kınalı’yı” dedim, “buraya getirelim mi?” İtiraz edeceğini sanıyordum. Etmedi ama yine sızlandı : “Ben bakamam. Temizlik, yemek, çocuklar valla bitiyorum. Kendin bakarsan getir.” “Harika! Bugün getiriyoruz o halde.” “Bugün mü?” “Evet.” Biraz düşündü, “Peki” dedi. Kim getirecekti? Gözüm İkbal’i aradı. “Yeni uyandı, çağırayım.” İkbal büyük oğlum. Annesiyle gidip getirmeleri için ikna etmem zor oldu. Bir örtü, yırtılmış bir bez valiz aldılar. Yola çıktılar. Bahçedeki küçük kulübeye gittim. Kenara inşaattan kalma tahtalar istiflemiştim. Şimdi gerekecekti. Çıkardım. Tek tek ölçtüm. Kulübenin iskeleti için gerekli olanları ayırdım. Sonra biraz güçlendirecek, aralarına strafor yerleştirip, üzerine de bıranda gerecektim. Ölçümü yaptıktan sonra, yakındaki hırdavatçıya gittim. Gerekli malzemeleri aldım getirdim. Çivi ve malzeme kutularını üst kattaki balkondan indirdim. Tahtaları kesip hazırladım.
Araba yanaştı, durdu. Eşim burnundan soluyordu. İçeri alınca korkudan kuyruğunu indirmiş. Yere pısmış. Bir ara çişini yapmış, kusmuş. Pelte gibiydi.
“Amanın kim gelmiş, kimler gelmiş. Kınalı mı gelmiş!” deyince biraz canlandı. Sesi tanıdı. Baktı. İçimi yaktı.
“Kaçabilir” dedi eşim.
Boynuna bir tasma geçirip iple parmaklığa bağladık.
Islak bez getirip çiş bulaşan yerlerini sildim. Ağzının kenarında kusmuş kalmıştı onları temizledim.
Biraz rahatlamıştı. Korkudan titriyordu. Diz bağları çözülmüş olmalıydı, ayakta duramıyordu. Yerde pelte gibi bir süre kaldı.
Yuvasını yapmağa başladık.
Eşim Eris hanımın -Evin asıl sahibi. Yavru iken evlat edinmiştik. Tekir.- pişmiş çorbalık tavuğundan bir tabak getirince hemen uzandı. Az yiyebildi. Midesi hâlâ kötüydü.
Gözleri biraz daha açılmıştı.
Başından okşadım. Nihayet patisini uzattı. Okşadım, sevdim.
Yuvasını yaptık ama biz de yapıldık.
Köşeye, rüzgârdan korunaklı -şehir merkezine göre beş-altı derece daha soğuktu burası. Bahçemiz küçüktü ama bereketliydi. Ekimin son günleriydi. Kombi deli gibi yanmağa başlamıştı.- bir yere yuvasını yerleştirdik. Zemine çalışma odamdaki kalın, el dokuması seccâde halıyı yaydım. Yeri sıcak olacaktı.
İçeri buyur ettik. I ıhh. Yalvardık yakardık, olmadı.
“Tavuktan bir tabak daha getirsene” dedim eşime.
Getirdi, görünce hareketlendi. İpi çözdük. Tabağa doğru ağır adımlarla geldi. Yuvanın içine koyunca girdi. Yemeğe başladı.
Birkaç saat sonra artık yuvasından çıkmıyordu.
“Hamile ya, kendini korumağa çalışıyor” dedi eşim.
“Hâmile mi?”
“Bilmiyor muydun? Memeleri büyümüş baksana.”
“Bilmiyordum. Zamanlama pek uygun değil gibi. Kış ortasında doğuracak.”
“Eee sen kaşındın.”
“Bence harika oldu. Minik misafirlerimiz olacak.”
Bir hafta sonra, “Şimaal!” diye bağırınca yuvasından fırlayarak çıkıyor, deli gibi koşup patilerini göğsüme dayıyordu.
Tuhaf, başımın ağrısı geçmişti.
“Aahh diyordum, senin gibi masum olabilmek için nelerimi verirdim!”
