Erol Akyavaş, dinlenmek için gittiği dağ köyünde, Perşembeyi cumaya bağlayan gece, şafak vakti rüyâsında bir vav gördü. Sonsuzca uzayıp gidiyormuş hissi veren bir çöldeydi. Susuzdu. Dudakları çatlamıştı. Güneş tepedeydi, ateş gibi yakıyordu; kum ısınmıştı, ayakları çıplaktı, yanıyordu. Kumla güneş arasındaki zayıf bedeninde kalbi, bir balığın kesik boynu gibi kanıyordu. Birden fırtına çıktı. Tuhaf bir şekilde mavi gökyüzü bulutlarla kaplandı, yağmur yağmağa başladı. Yanan ayakları, çatlamış dudağı ve kanayan kalbi yağmurla yıkanınca yatıştı, canlandı ve gözleri delici bakışlarla inen rahmetin derinliklerine doğru baktı. Seçemediği bir şey kendine yaklaşıyordu. Yaklaştıkça belirginleşti. Bir yüzdü bu. Alnında vav yazıyordu. Yüz o kadar yaklaştı ki, kim olduğunu seçemedi. Ağzını görüyordu yüzün. O da vav şeklindeydi. “Çık buradan, Dersaadet’e git. Çamlıca’da Âşık Hüseyin’i bul. Nasibin ondadır” diyordu vava benzeyen ağız. Uyandı. Bir anlam veremedi. Âşık Hüseyin de kimdi? Çamlıca’da böyle bir kişi mi vardı? Tanımıyordu. Hiç duymamıştı. “Allah Allah…” diyerek meraklandı. Mutfağa gitti. Filtre kahve yaptı. Fincanı alıp taraçaya çıktı. Uzayan çam ormanlarına, ardı sıra yürüyen dağlara, üzerindeki parça parça bulutlara bakarak daldı. Kahvesini bitirmemişti ki, tekrar gözlerine uyku bindi. Gelip yatağa girdi. Kuşluk vakti aynı rüyanın devamını görüyordu. Yine aynı yerdeydi. Vava benzeyen ağız, bu defa daha sert bir tonla, “yahu ne duruyorsun! Gitsene İstanbul’a. Bir an evvel onu bul!” diyordu. Uyandı. Karısı mutfakta yemek hazırlıyordu. Anlatınca, “son günlerde okuduğun kitapların etkisiyledir” dedi.
O günü yarı sarhoş geçirdi. Karısının sorularını cevapsız bıraktı, anlamsız bakışlarla baktı, bir şey yiyemedi, bitkin bir halde uyudu.
Sabah gün doğmadan uyandı, karısına not yazdı. Aceleyle çıktı. Öğleden sonra ilçeden otobüse bindi.
Gecenin ileri bir saatinde İstanbul’daki evine ulaşabildi.
Sabahı zor etti. Doğruca Beyazıt’a, Sahaflar Çarşısı’na gitti. Muzaffer Efendi dükkândaydı. Görünce, o davudî sedâsıyla, “gel bakalım!” diye seslendi, “şu rüyanı anlat.”
Şaşırdı. Dükkânda birileri vardı. Yanına oturup sessizce anlatınca, Muzaffer Efendi,
“Epeydir yapman icap edip de yapmadığın bir şey var. Onu yapman emrediliyor” dedi.
Ne olabilirdi ki! Yapması gerekip de yapmadığı ne vardı? Düşündü düşündü bulamadı.
“Peki efendim” deyip çıktı.
Eve gelince posta kutusunda, Amerika’daki sergi davetini buldu. Unutmuştu.
Bir ay sonra sergi için Amerika’ya gitti.
Orada Muzaffer Efendi’nin dervişi olan bir ahbabıyla karşılaştı. Hoşbeşten sonra adam, “Efendim, selam söyledi, emredileni yapıp yapmadığını sordu” dedi.
Ne diyeceğini bilemedi. Kaldığı yere döndü.
Ne yapacağını bilse, işi kolaylaşacaktı.
Çaresizlik içinde kıvranıyordu. Sergi açılışından sonra İstanbul’a döndü.
Günler sonra, bir gece kanepede otururken, elindeki baba yadigârı tesbihe baktı, birden şimşek çaktı.
Babasının adı Hüseyin’di. Adını, Şahkulu’nun o zamanki postnişini Âşık Hüseyin Efendi koymuştu. Bu tesbihi de armağan olarak başucuna bırakmıştı.
“Tabi ya…” diye ünledi. Karısı şaşırdı, sordu, “yokbişey” diye geçiştirdi.
Rüyayı, on Muharrem’de görmüştü.
Cânı verip cânânı bulmanın, O’na kurban olmanın resmini nasıl yapacaktı?
İzleyen günlerin birinde, yine elinde o tesbih derin bir dalgınlığın pençesindeyken gönlüne düştü. Çizmeyecekti. Eni, boyu ve derinliği dört metre olan bir küp tasarlayacaktı. Küpü delip geçen ve sonsuza giden bir çizgi… Çizgi bir yerde kıvrılacak, vava yani insanın saf ve pür haline dönüşecekti. Vav, altıydı. İki vav yan yana gelince altmışaltı olacaktı. Ama küp, bir malzemeden olmayacaktı, elle dokunulan, hissedilir bir şey değildi… Işık huzmesinden yapılacaktı. Lazer denilen, yoğunlaştırılmış ışık, küçük prizmalarla yansıyarak bir küp çizecek, iki vav yapacak sonra gökyüzünde kaybolacaktı. Bu, açık havada olmalıydı. Kalkıp fizik profesörü dostunu aradı.