İlk eserler, yazarın akacağı uzun soluklu mecrayı göstermesi açısından büyük önem taşır. Bu tespit her zaman için doğru olmayabilir ama genel manada bir doğruya işaret eder. Yazarın hayata bakışını, düşünce evrenini, dile hâkimiyetini, felsefesini, derinlik ve boyutunu, ayak izlerini o eser üzerinden okuyabilmek üç aşağı beş yukarı mümkündür.

Yazar, yazın hayatı boyunca zaman zaman kırılmalar ve kıvrılmalar yaşar tabii ki, düşünce ufuklarında dolaşırken çok ciddi değişimler geçirebilir, algı ve anlayışında yenilikler yapabilir; eşya, mekân ve zamanla kurduğu bağda yeni yol haritaları belirleyebilir, bütün bunlar pekâlâ mümkündür fakat yine de yazarın ilk özünden, ilk beninden, aurasından tamamen kopması mümkün değildir.

İlk eserler bu yönüyle ilk göz ağrısıdır yazarın, kıymetine paha biçilmez. Sonraki yıllarda bile ondaki tını, renk, zevk, algı ve estetik değerler bazen açıktan bazen siluet halinde kendini hep belli eder.

Ölüler Evine Yolculuk kitabı da Ahmet Güney’in ilk eseri, ilk göz ağrısı. Eser, geçtiğimiz ayda KDY yayınlarından çıkıp raflardaki yerini aldı.

Sekiz ayrı öyküden oluşuyor eser. Her bir öykü yazarın farklı bir özelliğini ortaya koyuyor. Kitaba hâkim olan dil ve üslup, akıllara Orhan Kemal, Mustafa Kutlu, Peyami Safa ve Yaşar Kemal’den Jorge Luis Borges, Dostoyevski, Bacon, Virginia Woolf ve Agatha Christie’ye kadar daha pek çok yerli ve yabancı yazarı getiriyor. Yer yer tercih ettiği kısa cümlelerle en girift meseleleri anlatmaya çalışma tarzında İngiliz ve Amerikan edebiyatının önemli temsilcilerinin de etkisinin olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. Öykülerin son derece zengin ve güçlü bir damardan beslendiği açık. Her bir öykü o ana damardan sızıp kendine ayrı bir yol çizen ince damarlara tekabül ediyor.

Hemen ifade etmek gerekir ki etkilenme, onu taklide düşürmüyor, yazarda kimlik ve üslup kaybını getirmiyor; aksine ona yatağında akmaya çalışan bir çayın nehre dönüşme mücadelesinin özgünlüğünü ve öz güvenini kazandırıyor. Yerli ve yabancı sanatçılar, avangart ve klasik eserler; yazarda yamalı bohça gibi durmanın çok ötesinde, sindirilmiş ve potada eritilmiş bir kıvamda bulunuyor.

Güney’in kahramanları çalınmış, ödünç alınmış, iğreti karakterler değil. Oldukça canlı ve inandırıcı karakterler hepsi de. Portresi yer yer ayrıntılı, yer yer hafif çizgilerle verilen karakterlerin hemen hepsi de toplumda bir gerçekliğe tekabül eder. Hiçbiri hayali, ütopik, zoraki bir kurgu gereği oluşturulmuş suni ve çöp karakter imajı çizmez. Bu da okurda öykülerin inandırıcılığını ve etkileyiciliğini artırır. Sağlam ve gerçekçi karakter imajı, zaman ve mekân çiftiyle de bir uyum içerisinde bulunur onda.

Güneyin öykülerinde zaman ve mekân çok canlıdır. Mekânlar bazen otantik bazen klasik bazen de modern hüviyet arz eder. Zaman da buna eşlik eder. Betimlemeler okuyucuyu sıkmaz, üst üste bindirilmiş, boşluk doldurma kabilinden zait betimlemelere yer verilmez, her bir tasvir usta bir tuvale atılmış estetik fırça darbeleri gibi durur öykülerin içinde.

Hiç şüphesiz bütün bunlar öykülerin kurgusuyla da doğrudan ilgili. Yazarın kurgudaki başarısı hemen her öyküde belli eder kendini. Güney öykülerinde kurgu daha baştan saptanmış gibidir, neredeyse en ince ayrıntılara kadar oluşturulmuş, birkaç oynama hariç her şey yerli yerine oturtulmuştur. Bu da bir yazarın neyi, ne kadar ve nasıl anlatacağının, bir başka ifadeyle matematiksel yeteneğinin dışa vurumudur. Bu yönüyle yazar, yazarken kurgulayan öykücülerden ayrılır, onun öyküleri daha yazılmadan kafada olup bitmiştir, sadece yazıya aktarılması kalmıştır.

Kitaba adını veren “Ölüler Evine Yolculuk” hikâyesi, Güney öykülerinin temel karakteristiğini verir. Öyküdeki felsefe, düşünce, eşya ve zamanla kurulan bağ, kullanılan “üst dil” ortalama bir Ahmet Güney öyküsünün hemen bütün özelliklerini ihtiva eder gibidir. İrfan Sezer, ismindeki derin ilim ve sezgi ile oldukça mütenasip bir olay yaşar hikâyede. Kişi, zaman, mekân ve sosyal çevre felsefik, mistik, fantastik ve gizemli bir atmosferde birlikte yolculuk yaparlar.  Okuyucuyu da yanlarına alarak.  Kitapta en yoğun anlatımın görüldüğü yerler bu yolculuk esnasında kullanılan dilde görülür. İmgeler, metaforlar, çağrışımlar katmanlı halde dikkat çeker.

Kendisiyle edebiyat, öykü, roman, sanat ve düşünce üzerine yaptığımız çeşitli sohbetlerden de öğrendiğimiz üzere bu öykü vesilesiyle bir kez daha görüyoruz ki Güney, iyi bir Borges okurudur, Batı klasiklerine ciddi bir merak salmıştır. Eserlerine konu olan pek çok yazar ve eser lalettayin durmaz öykülerde, mutlaka bir kurguya istinaden bulunurlar. Ve hepsi de yazar tarafından okunmuş, meczedilmiş, zihin süzgecinden geçirilmişlerdir.

Yazar, öykülerinde oldukça rahat davranır. Bu rahatlık akıllara kısmen Mustafa Kutlu’yu getirir. Güney de Kutlu gibi yazmak için hem çok özel bir zaman ve mekân aramaz, sırasında çoluk çocuk seslerinin birbirine karıştığı kalabalık ortamlarda, sırasında bir masada içinden geldiği gibi yazar hem de kurguda kasmalar, zorlamalar yapmaz. Aynı zamanda bu rahatlık onu basitliğe de düşürmez. Yapmacık, bayağı tavır ve tutumlardan uzak durur. Okuru sıkan, kasan, bunaltan bir dil kullanmaktan ısrarla kaçınır. Bu rahatlık hem karakterin dil ve üslubunda hem öykülerin kurgusunda kendini iyice gösterir. Karakterleri zaman zaman yöresel dille konuşturması da bu rahatlığın bir sonucudur. Biraz da bu rahatlık dolayısıyla dil akışkan ve sürükleyicidir; insanda ürperti, sevinç, heyecan, merak ve mutluluk duyguları uyandıran sıcak ve samimi bir özellik arz eder. Yersiz kelime oyunlarına, anlatımı boğan sanatsal ifadelere rastlanmaz Güney’in öykülerinde. Düşünce yoğunluğunun zirve yaptığı kimi cümleler edebî niteliğin de bir hayli yoğunlaştığı yerlerdir. Az sözle çok şey anlatmak, bir mısrayla, bir şarkı sözüyle, bir kelam-ı kibarla duyguları ifade etmek sadece dil olgunluğunun değil, fikir olgunluğunun da bir göstergesidir. Hemen ifade etmek gerekir, yazar aynı zamanda düşünce yazıları da kaleme alan biridir.

Yazarın deneme, eleştiri, makale gibi düşünce yazıları da kaleme alması öyküleri için çok önemli besleyici bir kaynak işlevi görmektedir. Dolayısıyla yazarın öykülerinde onun sinemadan karikatüre, tarihten sosyolojiye, felsefeden kozmolojiye zengin/çeşitli bir okuma kültürüne sahip olduğunu, en yalın ifadeyle ilgi gösterdiğini söylemek mümkündür.

Su birikintisi, kan, zaman, yolculuk, tren, durak, ruh, renk gibi metaforların matematiksel bir zekâ ile kurgulanması Güney’in imge oluşturmadaki başarısını gösterir niteliktedir. Kitabın genelinde hâkim olan duygunun ölüm üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılması da Güney hikâyesinin bir başka özelliğidir.

Kitapta dikkat çeken bir husus daha vardır ki o da zekice yapılmış espriler. Özellikle diyaloglar arasında kendini gösteren bu espriler, esere tatlı bir letafet kazandırır, okuru ister istemez gülümsetir. Hatta bazı yerlerde sesli sesli güldürür. Bir öykücünün hem trajediyi hem de komediyi büyük bir beceriyle anlatabilmesi şüphesiz önemli bir meziyettir, Güney’de de bu iki özelliği sezmek zor olmasa gerektir. Minik minik espriler, yazarın okuru bolca güldüren öykülere imza atacağının da habercisi gibidir.

Kitap hakkında ifade etmemiz gereken bir husus da öykü isimlerinin dikkat çekici olmasıdır. “Ölüler Evine Yolculuk”, “Ben Kimi Öldüreyim”, “Titan”, “Ben Natash”,  “Ruhobur” bunlardan bazılarıdır. Her bir öykü daha ismiyle bile merakları celp eder. Esasında isimlerini zikretmediğimiz diğer üç hikâye de (“Melek”, “Kaç” ve “Hayat Su Gibi”) bunlara dâhil edilebilir. Kitabın sonlarına bırakılmış hikâyeler zayıf olduğundan değildir, bilakis hepsinin de birbirinden özgün olmasındandır. Bu sebeple kitap sondan başa doğru, Ruhobur ile okunsa da hiç fark etmez. Aynı tadı, aynı kaliteyi bu şekilde de almak rahatlıkla mümkündür.

Kitapta geleneksel Türk edebiyatı öykücülüğüne en çok benzeyen öykünün “Melek” olduğunu da söyleyebiliriz. Daha çok Ömer Seyfettin öykülerinde görmeye alıştığımız olay ağırlıklı öykü tekniği bu öyküde kendini daha çok belli etmektedir. Bu klasik tercih de kitaba farklı bir kalite katmıştır.

Hâsılı kelam, yazmak başlı başına bir iddiadır ve “sözü olmak” demektir. Onu öykü, şiir veya romanla sınırlamak doğru olmaz. Yazmak dert işidir. Derdi, meselesi olan insanların sözü olur, sesi olur, kalemi olur. Söz, ses ve kalem -başlarda da ifade etmeye çalıştığımız üzere- ilk eserlerde çok ciddi bir şekilde belli eder kendini. Buradan yola çıkarak diyebiliriz ki Güney bu ilk eseriyle bizlere bir umut bahşetmiştir. İlkler güzeldir ama çok da zordur. İşte Güney, Ölüler Evine Yolculuk ile başarılı bir sınav vermiştir. Güney öykücülüğü üzerine daha kat’i düşünceler serdedebilmek için sanırım onun yeni eserlerini beklemek lazım.

[1] Ahmet Güney

1976 yılında Tarsus’ta doğdu. İlk ve ortaokulu Tarsus’ta, liseyi Düziçi Anadolu Öğretmen Lisesinde ve Tarsus Cengiz Topel Lisesinde okudu. Marmara Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği Bölümü’nü bitirdi. Yesevi Üniversitesinde “Eğitim Yönetimi ve Denetimi” alanında yüksek lisansını tamamladı. International University of Sarajevoda “Yönetim” alanında doktora çalışması devam etmektedir. Hikâyeleri Medeniyet bülteninde yayımlandı. Bazı hikâyeleri çeşitli yarışmalarda ödüle layık görüldü. Öğretmen ve yönetici olarak 20 yıldır eğitim hizmeti veren yazar, hâlen Saraybosna Maarif Okullarında okul müdürü olarak görev yapmaktadır. Ahmet Güney, evli ve iki çocuk babasıdır.

%d blogcu bunu beğendi: