Burası benim gazel yüzlü baharım… Gecenin asalak sessizliğinin zarif yakamozları yuttuğu bir girdap… Karanlığın namussuz kızlarının cilveyle oynaştığı, ince, nakışlı kahkahaların ummanı burası… Burası benim perişanlığım, kolumun kanadımın düştüğü giz ve kötülük ormanı…
Asırlar boyu kendi kendimle söyleştiğim vadi, gamlı ölülerin mekanıymış anladım… Dünyanın yeri de doğru değilmiş meğer… Altın, yakut, zümrüt, fildişi konuşmalar, emelin ardına takılır dünya denen matemli ihtiyarın hırlamaları arasında boğulup gidermiş de, yine ulaşılmazmış derin sevdaların sükutuna…

Aşkolsun demekle aşk olmazmış, dolmazmış yüreklere anladım… Umudun kırıldığı tayfların o narin kıvrımlarında dolaşılmazmış cilalı umutlarla…
Dalgaların, köpüklerin, sallanışların küçük, naif çırpıntıları da, hislerimizi mesken tutmaz, kendi kendine inzivaya çekilmezmiş hissedişlerin gemisinde…
Mezarlıklar… Tutunacak liman bulamayan, siyah düşleriyle göklerde asılı kalakalmış tabutların azimli çırpınışlarıyla çalkalanıyor sanki… Korkunç, acılı bir renge bürünmüş gökyüzü tabutların istilasından…

Hepimiz karanlığın çocukları oluyoruz sırayla…
Tabutlar alıyor gidiyor turkuaz güzelliğiyle canlar yakan gökyüzünü geri getirmemecesine…
Üşüyor, üşüyoruz karanlıkların sıtmasıyla…
En üstleri mesken tutmuşlar mezarlıklar kendilerine, buradalar ama görünmüyorlar, göremiyoruz bir türlü, sıkılıyor, iç çekiyoruz derinden…

Sonra anlatmaya başlıyorlar yukarılardan, kulaklarımız korkunç bir gümbürtüyle duyamaz oluyor, iflas ediyor duyumlar, bitiyor artık…
Anlıyor, susuyor, ağlıyor, üşüyoruz buralarda…
Burası perişanlığımız bizim… Ne çare…

Keder ya da hüzün bir nihayet verir mi bu doludizgin gidişe…
İki fincan mis kokulu saf kahveye benziyor hayatlar, güzellikler, aşklar, sevdalar… Sonra soğuyor, soğuyorlar gittikçe…
Anlamsızlaşıyor, sevimsizleşiyor, acı vermeye başlıyorlar dayanılmaz tepinmelerle içimizde…
Evet, burası perişanlığımız bizim…

Kifayetsiz arzular teselli vermiyor ruhlara… Yumuşakbaşlı hayranlıklar teskin etmiyor artık… Sis bakışlı kibarlıklar da faydasız…
Işığa, güneşe kavruluyor hayaller, tek tek yokoluyorlar sonra dönmemecesine… Uçup gidiyorlar sonsuzluğa…
Peki ya sonsuzluk? O nerede?

Zor değil mi, durup durup kabaran kraterleri taşımak içinde ya da yaprağını kaybetmiş çiçek gibi çırçıplak kalıvermek ortalıkta titreyerek…
Sema, semayı bir bulabilsek kavuşacağız belki sevdaya… Ama açmıyor gökyüzünü iğrenç kara tabutlar, görünmüyor yollar, bulunmuyor doğrular… Üşüyor, anlıyor, üzülüyor, susuyoruz mütemadiyen…