Garsonlar bizi bilirdi.
O çıkınca ben gelirdim.
Onun masası benim masamdı, ne kadar kalabalık olursa olsun o masa benim için ayrılmış olurdu.
Küllükte üç izmarit. Baharatlığın yanında bir ısırık alınmış yeşil elma.
Garson sade kahvemle birlikte kitabımı da getirirdi.
Ben o elmayı küçük ısırıklarla yerdim.
Giderken iki çekirdekli kuru üzüm bırakırdım garsonun getirdiği çiçekli küçük tabağa. İkiye katlanmış kâğıtçığa bir dize yazardım.
Ertesi gün aynı saatte gelirdim, o gitmiş olurdu.
Aylarca sürdü bu.
Yıllarca karşılaşmadık.
O yurt dışına gitti. Gitmeden önce tek parçadan oluşan şiir kitabı çıktı ya, oradaki her iki dizeden biri benim.
Kapak tasarımına dikkatli bakılırsa ısırık alınmış yeşil elma da görülebilir.
Kitap 648 adet basıldı.
O kadar gün aynı töreni devam ettirmişiz.
İstikrar diye bir şey.
Ya da takıntı.
Şimdi de iki hafta da bir mektuplaşıyoruz.
Bildiğiniz zarflı pullu klasik mektup işte.
Ben bir dize yazıyorum, selam, sabah, hatır filan yok.
O bir dize yazıyor.
Böyle gidiyoruz.
Nereye kadar giderse.
Ben yine de her gün, o masada kısa sürede olsa oturup bir sade kahve içiyorum.
Onun oturduğu sandalyeye.
Onun baktığı yere bakıyorum.
İstesek farklı şeyler de yapabilirdik. Konuşabilirdik, sevişebilirdik, hatta…
Böyle olmasına birlikte karar verdik.
Size ne?