İnsanı bir şehre bağlayan nedir? Şehirle bütünleştiren, bir kılan? İnsanla şehir arasına bir aşk ve özgürlük köprüsü kuran?
Bunları ‘iki’ hâle bağlı gibi görebiliriz: İnsanın ‘öz’üne, yani yaratılış amacına ait unsurları bünyesinde taşımasını bir tarafta belirtirken; ikinci şıkta, şehrin, bu ‘öz’ü destekleyen niteliklerle dolu olmasını kaydedebiliriz. Ortada bir ‘öz’ problemi bulunduğuna; insanı insan, şehri de şehir yapan asıl öğenin bu ‘öz’ mefhumu olduğuna dikkat edersek, ‘iki’liği ortadan kaldırmamız ve ‘birlik’ yoluna girmemiz gerekmez mi?
Doğrusu, Bursa’yı ikametgâh olarak kabul edişim böyle bir ‘yol’a meyledişimden kaynaklanıyor.
“Başındayım sanki bir mucizenin” (A. H. Tanpınar)
Bu meylediş, belki de kendiliğinden, Bursa’ya Doğu Kapısı’ndan girmişliğimi sağladı. Böylece, atalara da uymuş oldum:
“Doldurdu şehrin sokaklarını
Masallardaki şehzadeler gibiydi her biri
Girdiler kapılardan içeri…” (İsmail Gerçeksöz’den)
Şiirden örülmüş bir günün ilk ışıklarıyla adımlamaya başladığım Bursa, evet, beni bağlamıştı. Kuşku yok; ben dolu doluydum Bursa’yla. O da benden önce, çok çok doluydu. Diğer bir ifadeyle, beni ben, Bursa’yı Bursa yapan unsurlarla, ikimiz de doluyduk: Bursa’da medeniyet, tarih, bilim, bilinç, tabiî çevre, kısacası külliyen ‘hayat’; bende ise, içimde yaşattığım böyle bir hayata uygun bir coğrafyayı talep, özleyiş …
İşte, demiştim o sabah, hayat burada, tazelik burada, zindelik burada! Aşk ve eylemin toprağı burası!
Ve işte geldim, tarz-ı Yunus’a ses verip:
“Cuşa geldim, çağlarım;
Âşık oldum, ağlarım;
Canda coşan esrarı
Döküp taşıru geldim.” (R. T. Bölükbaşı’dan)
Beni cezbeden, her bir unsuruyla ruhumu saran, bende canlı bir kişilik olarak yaşayan Bursa, kuşkusuz bizim köken Bursa’mızdır. Yaygın adıyla, eski Bursa… Bende, o eski Bursa’nın mana ve maddeyi algılayışı, kavrayışı, hissedişi ne kadar yüce bir karşılık buluyorsa, onun etrafını saran, onu boğmaya çalışan, yeni yetme döneme ait ayrıksı ve ‘kentsel’ parçacıklardan ibaret gayr-i sahih Bursa’ya da o kadar yer yoktur.
Şimdilik, “Biz Bursa’yı böyle bilir böyle tanır böyle severiz” (Necati Cumalı’dan) dizesini dilimize armağan ederek, bu yazımıza son veriyoruz.