Akşam işten eve gelmişti yorgun argın; tabir-i caiz ise dökülüyordu. Çünkü gündüzün masa başında bilgisayarının karşısında gözlerinin nurunu satmıştı bir kaç sahifelik yazıyı yazmaya karşılık. Ekmek parasıydı herşeyin başında. Ve nihayetinde işiydi hülyalarıyla ve rüyalarıyla karışık. Belki bütün hayatına ve onun olanlara karşı oynadığı bir kumardı o. Sonuçta yapmak mecburiyetindeydi. Üstelik işini de severek yapıyordu. Genç denilebilecek bir yaştaydı ama bu, ikisi kız, biri erkek, üç çocuğun babası olmasına engel değildi. 8-5 mesaisini tükettikten sonra evinin kapısına dikilmiş, cebindeki anahtarını bulmaya uğraşıyordu. Bu kapıdan içeri adımını atmak, her zamanki gecelerinden birini yaşamanın başlangıcı olacaktı. Bunun bilincindeydi.
Diğer taraftan akşama kadar analarıyla beraber olmaktan sıkılmış olan çocukların sahil-i selametiydi belki. Sobalı bir evin yanan salonundan dışarı çıkmama gibi bir yasağın mahkumiyeti de buna eklenince bir önceki yargının doğruluğu ortaya çıkıyordu. Güneşin, yeryüzünün bulundukları konumuna ‘eyvallah’ çektiği sıralarda dış kapının anahtarın sokulmasıyla ortaya çıkan o tanıdık sese kulak kesilirdi çocuklar. O ses babalarının geldiğinin müjdecisi gibiydi. Kapı tokmaklansa veya zil çalınsa bu, babanın dışındaki bir yabancının kapının arkasında olduğunun habercisi olduğundan pek oralı olmazlardı. Sonuçta vakt erişince çocuklar, kulaklarını anahtar deliğinden gelecek olan o sese endekslerlerdi. Bu gün de aynı minval üzere beklerlerken anahtarın o bildik sesini büyük kız duymuştu. Ortalığı elli altıya verdi: ‘Babam geldi! Babam geldi!’ naraları, diğer iki çocuğun da seremoniye katılmasına sebeb olmuştu.
Hep beraber hacı karşılar gibi dış kapıya kadar bir solukta gelindi. Önce büyük kız gelmişti. Arkasında iki numara oğlan çocuğu, paytak paytak yürüşüyle… Baba, her zamanki kaosun içerisinde buldu kendini. Yukarıya tükürse bıyık, aşağıya tükürse sakaldı. Kızı kucaklasa, oğlan; oğlanı kucaklasa, kız darılacaktı. Peşi sıra gelsin, ‘ihmal edilme’ edebiyatları… Üç numaranın, henüz kıçının üzerinde dengesini sağlama temrinlerini geliştirmekle meşgul olduğu için bu yarışa katılma şansı zaten yoktu.
Baba, aslında yorgundu; hemi de harbiden. Hem çocuklar ne anlardı yorgunluktan. Akşama kadar bekledikleri babalarını bir-kaç dakikalık uzanmasına izin verirler miydi hiç. Şunun şurasında bir iki saat sonra zaten uyku kapılarını çalınca mecburi istikamet yatak görünmeyecek miydi? Haksız da değildi çoçuklar… Babalarıyla haşir neşir olacakları topu topu bir iki saati tepe tepe kullanmanın tatlı telaşı içindeydiler.
Büyüğü, cin gibi bir kızdı. Kendisini dışarı vurmasını pek beceremese de içli ve duyguluydu. Hissettiremediği yoğun bir sevgisi vardı gönlünde. Belki de bu bir genetik uzanımın kıza yansımış şekliydi kimbilir. Seviyordu hem de delicesine, ölümüne… Lanet olsundu, hissettiremiyordu mereti. Hissettiremeyince sevmenin nesnesi olan şeye, ilan edemeyince ona sevgisini neye yarardı, nerden bilsindi sevdiğini muhatabı. Nereden bilecekti onu delice sevdiğini babası. Yapamıyordu; ne yapsındı; elinde değildi. Bu; tabiatle, şakile ile alakalı bir şeydi herhal… Olmuyordu anasini sattığım…
Aslında yapmak istiyordu; haykırmak, boynuna sarılıp yanaklarından papmak istiyordu; ama içinde bir şeyler engel oluyordu kendisine… Kimbilir hangi karmaşık duygular… hangi dürtüler… atalarından dedelerinden tevarüs edip genleri yoluyla kendisine bulaşan hangi bilinmez içgüdüler… Oysa erkek kardeşi, kendisinden bir kaç yaş küçük olmasına rağmen bunu kendiliğinden ve tabii olarak yapıyordu hemi de daniskasını. Buna da tabii ki kıskançlık şarkılarını terennüm etmek kalıyordu. Yapamayınca saldırganlaşıyor, saldırganlaştıkça çekilmez oluyordu.
Ama babası, farkındaydı her şeyin.. Ne var ki, her zaman ve mekanda ‘o ince ayarı’ vermek ‘bir sanatkârın elması işlemesi’ kadar zordu. Bütün kalbini açmış, gözlerini parlamasına yüzünün gülücükleri karışmış, daha yarımyamalak konuşmasıyla ‘baba beni teviyor mutun?” şeklindeki bitmek-tükenmek bilmeyen sorucuklarına ‘seviyorum oğlum’ karşılığını almasını bilen bir çocuğun yanında kendisini ifade edemeyen ve uzakta durup acaib-garaib tavırlarla ortalığı süzen, birilerinin kendisiyle ilgilenmesini inadına bekleyen bir diğer çocuk…
Baba ne yapsındı? Ellerini açmış, koşarak kendisine gelen erkek yavrunun bu masum ve içten hareketlerine çocuksu bir karşılık verip birini memnun ederken diğerinin altüst olan dünyasını tekrar bir altüst eylemiyle mi kahretseydi… Erkeğe arkasını dönse; kendine, hayata ve herşeye küsmüş havasını veren diğer çocuğu mızlanmasına ve dırlanmasına aldırmadan kucağına mı alsa diğerinin hayallerini bir bahara bırakaraktan… İkincisini seçmesi gerektiğini biliyordu hemi de adı gibi. Çünkü kendiliğinden gelene, dur deseydi, bu onu fazla yıpratmayacaktı; ama ‘gel beri yar gel beri’ diyen öteki, burnundan kıl aldırmıyordu; biraz pahalı kumaştı; nazlıydı ve üstelik sevgisini satmasını beceremiyordu.
Baba, ‘ne aşağı ne yukarı illa da ileri tükür; ne bıyık gocunsun ne de sakal’ formülüyle kollarını iki yana açıp her ikisini de kucakladı; havalara kaldırdı. Oğlan yine rahat durmuyordu. Bir taraftan yanaklara öpücük kondururken ‘babadığım, teni çok özledim. Teni çok teviyorum.’ şeklinde uzayıp giden yarım yamalak konuşmasıyla da –kuyruğunu sallayan bir fino tavrıyla- kendisini pazarlamasını biliyordu. Kız ise yanında hem kardeşini izliyor, hem de kucağındaki adamın kendisini öpmesini ve ‘pembe’ tablolar çizmesini bekliyordu. Baba, oğluna ‘he oğlum’ şeklinde ‘kısacık bir reply’ı layık gördükten sonra kızının ‘kapalı ruhunu biraz olsun açacak sımsıcak lafızların imdadına sığındı.
Neler söylemedi ki! Kız hem bekliyordu, hem de yapılınca ağırdan alıyor, nazlanıyor, bazen de olmaz, anlamında tepkiler gösteriyordu. Sonuçta baba kendisini ne kadar paralasa, diğer çocuklarını ihmal ederek kızına yönelse de kızını tatmin etmek mümkün değildi. İki saatin % 90’ının kıza ayırsa ne bileyim bir aralık oğlanla ilgilense ‘kızın reaksiyonuyla hemencecik karşılaşması’ an meselesiydi: ‘Baba, farkında mısın, benimle hiç ilgilenmiyorsun”. İçinden ‘la havle’ çekiyordu baba.
Kızına anlatsa da bir şey değişmeyecekti. Vaktin % 90’nını kendisine verdiğini anlatması, deveyi hendekten geçirmek gibi bir şeydi. Babanın nasibine kafayı yemekten başka bir şey düşmüyordu. Ayrıyeten kız, doktorların ifadesine göre “hiperaktif’ bir çocuktu. Yani kanı kaynayan, bir dakikası diğerine uymayan, herşeyden hemencecik sıkılan, bir işin üzerinde ancak 1 dakika gibi kısa bir an durabilen bir çocuktu sözü edilen.
Daha 8 aylık iken ‘diksiyonu televizyon spikerlerini aratmayacak kadar’ tam ve güzel konuştuğunu, bu yaşına gelinceye kadar odalarının en az yarısını alan oyuncaklarının hiç birisinin yüzüne bakmadığını söyleseydi babası kim inanırdı? Bunlara ilaveten kendine hitap eden kitapları aldırtıyor, onları sabah akşam babasının ve annesinin kendisine okumalarını dayatıyordu.
Tabii bunun konteksini de kendisi ayarlıyordu: Kitabı o tutacak, sayfaları o çevirecek, okunan sayfanın resimlerine bakacaktı. Bu dekor tamamlanmasa okuma eylemine geçilemezdi. Ayrıca bir kitaba başlanınca mutlaka bir oturumda bitirilmesi gerekiyordu. Hatta bazen bir defacık okuma kızcağızı tatmin etmezdi; bu durumda bir kaç kez kitap hatmedilirdi. Bu böyle devam edip gidiyordu ki, bir gün….
Evet o gün cumartesiydi. Babasının hafta sonu tatiliydi. Yine kitap okuma seanslarının birisinin arefesindeydiler. Dekorasyon işlemleri yapılıyordu. Baba, tam okumaya başlamıştı ki, kız, ‘baba, hep sen okuyorsun, ben dinliyorum. Bu sefer de ben okumak istiyorum’ demişti. Babası, kızına şöyle bir baktı ve ‘iyi, sen oku, biz dinleyelim’ dedi. Şimdi roller değişmişti. Kız okuyacak, baba dinleyecekti.
Eline kitabı aldı. İlk sayfayı açtı ve okumaya başladı. Aman Allahım! Bu kız, resmen okuyordu. Hiç eksiksiz ve vurgularına da riayet ederek. Kitabı başından sonuna kadar okumuştu. Annesi ve babası gözleri faltaşı gibi açılmış çocuğu izliyorlardı. Babası, diğer bir kitabı getirmesi için annesine işaret etti. Diğerini de aynen sonuna kadar bitirdi. Bu olağanüstü bir şeydi. Halbuki okurken kızcağız sanki dinlemiyormuş gibi gelirdi. Ne var ki durum, hiç tahmin edilmeyecek bir zeminde seyrediyordu. Sonuçta kızcağızın kitap dinleme ve okumanın dışında tatmin olduğu bir zevki ne yazık ki yoktu. Varsa yoksa dinle ve oku.
Akşam yatarken de mutlaka masal anlatılarak uyuyabilirdi. Çok masraflı idi. Giyimine ve kuşamına da son derece düşkündü. Akşama kadar elbiselerini kaç defa giyip çıkardığı; aynanın karşısında saçına tokalarını kaç kere takıp çıkardığını kendisi bile
bilmiyordu. Çocuklar, babaları eve geldikten sonra gün boyu devam eden ayrılığın acısını bu iki saatten çıkarmanın planlarını yapıyor gibiydiler. Sanki bu zaman diliminin ayrılık zamanlarına tekabül eden aralıklara denk gelecek şekilde dolu dolu yaşamak için ellerinden geleni yapıyorlardı.
Yemeğe kadar aparatif eylemler menuda yer alıyordu. Örneğin küçük kızın anasınıfındaki o günün bir panoramasını almak, babanın yemek öncesi kahvesi gibiydi. Tabii ki bunun başlangıcı kolay olmuyordu. Çünkü kızcağız çok konuşmayı sevmiyordu. ‘Okulda neler yaptınız?” sorusuna kızın verdiği gündelik cevap, ‘uzun hikaye, babacığım’ şeklinde oluyor. Baba, dehasını ortaya koyarak deşiyordu çocuğu. O da lütfen anlatıyordu yaşadıklarını ama inadına özetle. Kız anlatır da oğlan durur mu hiç! Hemencecik devreye giriyor: Babadığım, ben de yaramazlık yaptım. Oyundaklayımla oynadım… Babasının izlenmesine kota koyduğu ‘picamon’ adlı çizgi filmi izlediğini söylüyordu dikkatlerini çekmek için.
Yemek kısmı atlatıldıktan sonra menuda babayla boğuşma seansı başlıyordu. Peşi sıra atçılık geliyordu. Baba, sırtında çocukları daire çiziyordu salonda. Deh deh naraları arşı alaya yükseliyordu. Daha sonra kızın okulundan tevarüs ettiği oyunların hepsinin boyunun ölçüsü alınıyordu. ‘Al satalım, bal satalım’ ile başlıyan bu bölüm, ‘kızgın kemer’ oyunuyla bitiyordu. Çocuklar, koşmaktan ve atlayıp zıplamaktan yere oturup kalıyorlardı. Nihayet oyuncak sepeti yere dökülüyor; ve ne kadar gerçek hayattaki bir bölümü yansıtan oyuncak grupları var ise onların hepsi sahneleniyordu.
Örneğin kızcağız hemencecik doktor çantasını alıyor; kendisi doktor, babası hasta oluyordu. Mutfak eşyaları, evcilik oynamanın bir vesilesi oluyordu. Yap-bozlar çocukların kendisini sergilemek için bir argüman oluyordu. Bu bölümden sonra ‘meyvelerin katledilip ailenin zevkini tatmin aracı haline getirilmesi kısmına geçiliyordu. Öncelikle hangi meyvenin önce yenilmesi konusunda bir anlaşmazlık başlangıcıyla soyulup ağzına konulması konusunda bir yarış başlıyordu. Bu faaliyetlerin icrasının bitmeğe yakın artık çocukların gözleri uykularının geldiğinin habercisi oluyordu. İkinci önemli bir haberci de, onların mızmızlanmaya ve hassaslaşmaya başlamalarıydı.
Bu zamana kadar geçen zaman çekilmez oluyordu; ama bu uykuya dalış ile uykunun gözlerine gelişi arasındaki dilim ise hiç çekilmiyordu. Nihayet önce oğlan, dizlerin üzerinde ninnilerin mahalli oluyor; daha sonra umutla beklenen o alemin içerisine misafir ediliyordu. Kız yatağa yatıyor, anne veya baba, bir masal anlattıktan sonra masalın sonuna doğru o da uykuya teslim oluyordu.
Küçük kızın babayla ilişkisi, sınırlıydı; bir iki öpücük ve onun diliyle bir iki kelam; hepsi bu. Çocuklar uyuyunca evi bir sessizlik kaplıyor. Anne çayı yapmış, getirmiş. Baba, ikinci mesaisini tüketmiş. Sessizliği yudumlayarak bir miktar çay içtikten sonra anne-baba arasında kısa bir sohbet geçiyor. Zavallı baba, üç çocuğun istekleri ve problemleri altında gündüz boyu ezilen annenin yerine yatmasından sonra yarın sabaha hazır olması gereken malzemeleri halletmek ve üçüncü mesaiye başlamak için odasının ve bilgisayarının yolunu tutuyor; bir taraftan da ‘yarın geceki children’ların kendilerini çıldırtma seviyesine getiren -iki saatlik mutad zaman aralığının yarınki versiyonunu’ düşünüyordu…