Onun geldiğini, kapıyı açmadan önce odaya dolan görünmez canlıların ağırlığından anlardım, diyor, Rasim Bey.
Masada bardak kulak kesiliyor.
Çay kaşığının yüzünde bir gülümseme.
Küllükte bir kıpraşma.
Duman kıvrılıyor da kıvrılıyor.
Çıkmayan rüzgâr yeni çıkmış bir kitabın sayfalarını çeviriyor.
Aha Yücel geldi.
Aklımda Rasim Beyin cümlesi…
O cümlenin açık kapısından ağırca süzülüp masaya oturuyor.
Masaya oturmuyor canım, biz üç kişinin yanındaki boş sandalyeye…
Nasılsın Yücel?
İyiyim abi.
A ile b arasında ğ yok da ona yakın başka bir ses var. O ses sadece ona özgü.
Ne okuyorsun Yücel?
Karamazov Kardeşler’i abi. Bu ses fena dikkatimi dağıtıyor.
Okumuştun ya.
38 defa okudum. Birini de yazarak okudum.
Budala’yı?
Onu 23 kez.
Başka böyle çok okuduğun kitaplar.
Gün Doğmadan’ı 16 kez okudum. Birini yazarak.
Erbain’i?
41 kez.
40 olsaydı ya?
İçimden öyle geldi.
Peki Kuran’ı?
72 kez okudum mealinden? Birini yazarak.
Başka hangi kitabı okuyayım abi?
Sen kendi yolunu kendin çiziyorsun Yücel, ne haddimize.
Ecinniler’i 22 kez okudum abi. Birini yazarak.
Konuyu değiştiriyorum.
Şiir ne âlemde Yücel, yazıyor musun?
Yok, abi, yazdıklarımı okuyorum.
“Materyal tespih hırçın
Yakut gözlü gecede Akdeniz soluklu çocuk
Keçiler sudan tabut taşımakta
Rüyalarım gömülür ben diriyken Mozart
…
Peygamber sofrasında boncuk ne gezer”
Masada uçsuz bir müzik…
Kitap ölü bir kuş oluyor.
Duman dil çıkarıyor.
Çakmak baygın bir at.
Çay kaşığı yaba…
Bardak kırıtıyor da kırıtıyor.
Küllük bir kuyu…
Masanın üstü yeni keşfedilmiş bir Picasso resmi…
Ya masa?