Onu ilk kez, bin dokuz yüz altmış yedi yılının yirmi dört nisanında, Çarmuzu Mahallesi’ndeki evimizin baktığı meydandaki dut ağacının yanında görmüştüm.
Bir gün önce yirmi üç nisandı. Bugün yirmi üç nisan neşe doluyor insan diye zevzeklenip durmuştuk sabah. Annemin her zamanki gibi heyheyleri üzerindeydi, öfkeli ve memnuniyetsizdi.
“Kahpe söz, deli yas tutmaz” diye bağırdı önce.
Kahpe kimdi, deli hangisiydi, anlayamadık tabi.
Sabah migrenli uyanmıştı, başını yazmasıyla sımsıkı bağlamıştı. Başı ağrıdığında böyle yapardı. Yazmasını katlar, beyin tasını sıkıca bağlar, bazen patates diler, dilimleri alnına dizer öyle bağlatırdı.
Gözleri şiş, torbaları her zamankinden büyüktü.
“Kahpeye kahpe deme” dedi anneannem, “heybesini üstüne atar.”
Bir şey anlamıyorduk. Bir sorun hatta sorunlar toplamı söz konusuydu ama her zamanki gibi anlamlandıramıyorduk. Kendi aralarında deyim ve atasözleriyle alude bir gramerle konuşuyorlardı.
Babam her zamanki gibi tek başına kahvaltı yapıyordu sedirde. Bakır tepsinin üzerindeki kuşkanada yumurtalı kavurma, açık ekmek ve su bardağında çay…
Arada annemle anneannemin şifreli konuşmalarına imalı gönderme veya dipnotlar düşüyordu.
“Kahpe içerden olunca kapı kilit tutmaz” dedi.
Annem duymamış gibi yaptı. Anneannem kayıtsız kalamadı : “Kadın orospu olduktan sonra, kapı dayak mı tutar?”
Öznenin “orospu” biçiminde nitelenmesiyle, sorunun küçük dayımın karısı olduğu anlaşılmıştı. Dayımın evliliği iyi gitmiyordu. Bizimkilere göre, sorun yengemin kötü olmasıydı. “Kötü” nün giderek orospuya evrilmesi de gösteriyordu ki, aslında beraberlik çökmüştü. Laf götürüp getiriliyor, dedikodu kazanı kaynadıkça etrafa kızgın lav saçılıyor, karşılıklı öfke büyüyordu. Evin gün içindeki ana gündemi bu idi.
Okula geç kalıyordum. Kahvaltıya oturmadım. Çantamı omuzladığımı görünce annem,
“oğlum bi lokma yesene” diye çıkıştı.
“Geç kaldım” dedim.
“Daireye mi geç kaldın oğlum, otur da zıkkımlan.”
Bu kez ben, yine ondan duyduğumla ortak iletişim ağına girdim : “Verdiğin bir yumurta, öldürdün dürte dürte.”
Babam güldü.
Annem,
“Bak seen! Dilli düdük, neler de bilirmiş.”
Ekmek arasını kapıp çıktım.
Okulun flamasını taşıyacağım için erken gitmeliydim. Okula vardığımda hademeyle birkaç öğrenci dışında kimse yoktu. Çok geçmeden öğretmenler gelmeye başladı. Derken öğrenciler, herkes toplandı. Müdür, genel törene katılmadan önceki son uyarılarını yaptı. Sıralandık. En önde, okulun uzun boylusu olduğumdan flama bana verildi. Siyah, kıvırcık saçımı annem ıslatıp taramıştı. Berber Tevfik’ten nefret ediyordum, son tıraşımda kepçe kulaklarımı iyice ortaya çıkarmıştı. Flama ağırdı. Bezde, kocaman harflerle, Gâzi İlkokulu yazıyordu. Kırmızı zemine beyaz. Müdürümüz hemen arkadaydı. Körlerinkine benzer siyah, büyük bir gözlük. Gri çizgili takım elbise. Beyaz, yakası eprimiş gömlek. İnce, siyah kravat. Bıyıklarını inceltmişti. Başı keldi.
Hemen arkasında yine uzun boylu, kızlı erkekli iki sıra trampetçiler. Ramp ramp ramp ramp ramp… Kaç haftadır prova yapıyorlardı. Sevgi yine saçlarını iki bölük yapıp örmüştü. Gür kaşlı, siyah, iri gözlü, gamzeliydi. Başında yapma çiçeklerden taç. Omuz kısmı melek kanadı biçiminde yapılmış beyaz, kısa bir elbise. Yanında koca kafalı Bahri. Onun yanında Sezgin. Şapkası komikti. Nevin öğretmen, dantelli ve çiçekli bir bluz giymişti, eteği dizlerindeydi, o da şık bir yazlık ayakkabı giymiş, saçını yaptırmıştı.
Tören yerine gittik. Müdürümüz, Milli Eğitim Müdürünün talimatlarını alıp geldi, kısık sesle, son derece ciddi biçimde son uyarılarını yaptı. Bütün okullar gelmişti. Uğultuyu, müdür yardımcısının bağırtısı dindirdi. Saygı duruşunda bulunuldu. İstiklal Marşı okundu. Milli Eğitim Müdürü uzun, sıkıcı bir konuşma yaptı. Padişahın vatan haini olduğunu, ülkeden kaçtığını, karanlık geçmişimizi anlattı. Sonra Atatürk’ün Samsun’dan bir güneş gibi doğduğunu, bizi kurtardığını, devrimler yaparak ülkemizi ileriye taşıdığını söyledi. Bir alkış tufanı koptu. Ardından bir kız öğrenci, “Yediyordu Elif kağnısını” şiirini, ağlamaklı bir sesle okudu. O daha çok alkışlandı. Anneannemin ceviz sandığındaki Atatürk resmini hatırladım. Dolmabahçe’de hasta yattığı günlerde çekilmiş. Arkasına şöyle yazmıştı : “Yedi körün bir değneğisin. Allah seni esirgesin Paşam. 12. 10. 1938”
Hepimiz sırayla protokolün önünden geçtik. Marşlar çalındı.
Tören bittiğinde kollarım kopmuş, tabanlarım uyuşmuştu.
Müdür bir değerlendirme konuşması yapıp, arada kızmakla birlikte teşekkür etti. Dış kapıya değin düzenli sırayla yürüdük, kapıdan çıkınca zincirden boşalmış gibi koştuk.
Emeksiz’de ışıkta beklerken bir Dodge kamyonet geçti. Arkasındaki yazıyı güçlükle okuyabildim : “Bugün sinyal yakıp geçtiğin kalbi, bir gün dörtlü yakıp bekleyeceksin!…”
Bu ünlemin yanındaki noktalara Türkçe öğretmenimiz çok kızıyordu. Ama herkes kullanıyordu.
Eve geldiğimde babam çoktan gitmiş, annemle anneannem aynı sorunu daha gerilimli biçimde tartışıyordu.
“Geldin mi?” dedi annem.
Dışımdan, “evet”, içimden, “kör müsün!” dedim.
“Baban dükkâna gelsin” dedi.
“Bakarız”
“Bakarız makarız yok, üstünü değiştir, doğru dükkana!”
“Tamaam.”
“Bana baak!”
“Nee!”
“Gızılgurt! Efendim denir.”
“Efendiim?”
“Analı gızlı yapmıştım, kendine bir tabak koy. Ye, öyle çık.”
“Aç değilim.”
“Oğlum bir şey yedin mi okulda?”
“Aç değilim.”
Anneannem, sürekli gündeme döndü : “Otu çek köküne bak!”
Üstümü değiştirip çıktım.
Bakkaldan şekerli leblebi tozu alacaktım.
Kapıdaki kağıt dikkatimi çekti, kargacık burgacık yazılmıştı : “Bak Cengiz.. Bizim oğlan askerden geldi.. Sen hala borcunu ödeyecen. Hadi çabuk ol…. Sonra soy ismini yazacam…. Yoksa bizim torunuda mı askere gönderecen.. ÖNDER GIDA”
Veresiyeciler canına tak etmişti anlaşılan.
İçeride Kâmil amca. Tam ben girerken, o da imalı imalı, “seni hangi beşikte sallıyim?” diyordu.
“Yav Kâmil zaten canım sıkkın.”
“Öndercim sen de çok yüz verdin ona…”
“Yav kim peşin satış yapabiliyor ki.”
“Ona diyorum, Cengiz’e.”
“O doğru işte. Et almaya sarkıyorsun, para vermeye korkuyorsun.”
Beklediğimi görünce,
“Salih nasıl geçti tören?” diye sordu.
“İyi.”
“Ne istiyosun?”
İki tane leblebi tozu paketi aldım. Yirmi beş kuruş verdim. Kâmil amca, “ben kaçtım” deyip çıktı. Kirkor amca geldi. Başımı okşadı, “Salihcim dikkat et genzine kaçmasın.” “Ederim Kirkor amca.” “Dur gitme, sana gazoz ısmarlayayım.” Buna hayır denmezdi. “Otur şöyle, Önder soğuk bir gazoz aç çocuğa.” Oturdum. Kendisi de oturdu. Hoşbeşten sonra, dilinin altındaki baklayı çıkardı. “Yav Önder, sen Hacı adamsın. Bir müşkülüm var.” “Buyur Kirkor abi?” “Yahu, bizim yeğen Artin’i bilirsin.” “Sanayide dükkanı olanı mı?” “Evet. “Biliyorum.” “Dün bana geldi. Müslüman olmak istiyormuş.” “Bak seen? Eee?” “Esi, bu, komşularına sormuş, İslam’ın şartları nedir, ne değildir. Her kafadan bir ses çıkmış. “Yav olur mu öyle şey, İslam şartları belli.” “Belli belli de, bu, sorunca, beş demişler. Kelime-i şehadet getirmek. İşte namaz kılmak. Oruç, hac, zekat filan. Fakat birisi, yav herkes beş vakit kılıyor mu, oruç tutan var tutmayan var, ee herkes zekat da vermiyor, hac zaten zengin işi… Derken bizimkinin kafası iyice karışmış.”
“Allah Allah!”
“Evet yaa. Şimdi bana sordu, amca sen güvendiğin birine soruver diye. Benim de aklıma sen geldin.”
“Ne soruyosun?”
“İslamın şartı kaçtır?”
Önder amca biraz düşündükten sonra, “sekiz” dedi.
“Sekiz mi?”
“Evet.”
“Yav kimse öyle demiyor…”
“Ne diyorlar?”
“Beş…”
“O bize gelişi…” dedi Önder abi.
Kirkor amca şaşkındı. Önder amca gülüyordu.
Çıktım. Bu levha ne zaman konmuş? “İskender Mah. İskender Sokak.” Ok işareti. Kırmızı zemine beyaz.
Meydanda bir cümbüş.
Ayı oynatan gelmişti.
Başında kasketi, kirden ve ütüden parlamış çizgili yeleği, kolları çemrenmiş, yırtık gömleği, eprimiş beyaz, yazlık ayakkabısıyla çingene oynatıcı… Defi sol eliyle tutuyor. Koluna değneği sıkıştırmış. Zavallı boz ayı ayakta. Kalınca bir zincir halata bağlı. Alnından, yanaklarından ve burnunun ortasından sımsıkı geçirilmiş yine zincir bir halat, ana zincire bağlanmış. Burnunda kocaman bir demir halka, halatın bir halkasına eklenmiş. Defin eşlik ettiği oyun havası çalınca oynuyor. Çevresinde çocuklar, mahalleliler deli gibi gülüyor.
Oyun bitince, adam, “Hadee bakalım, şimdi de kocakarılar hamamda nasıl bayılırmış…”
Ayı ilkin oturuyor, ardından geriye doğru kaykılarak yığılıveriyor.”
Seyirciler çılgınca alkışlıyor.
“Bir daha…”
Ayı toparlanıyor, tekrarlıyor.
Herkes gülüyor.
Gösteri bitince, kasketi çıkarıp para topluyor.
Bana gelmeden ayrılıyorum.
Ayı aklımdan bir türlü gitmiyor.
Babam, dükkânın önünü suluyor.
“Noldu?”
“Yokbişey.”
“Oğlum noldu?”
Kaçış yok.
“Ayı oynatan gelmişti…”
“Eee?”
“Ayıya üzüldüm işte…”
“Al şunu” diyor, bidonu uzatıyor, “içerden doldur.”
Çeşmeden doldurup getiriyorum.
“Kalan yeri de sula.”
Suluyorum.
“İki de çay kap.”
Çaycı Emin amcadan alıp geliyorum.
İskemleye oturuyorum.
Derin derin soluklanıyor.
“Onları nasıl eğitiyorlar biliyor musun?”
“Bilmem.”
“Yavruyken, altından ateşle ısıtılan bir demir tablanın üzerine çıkarıyorlar. Karşısına geçip def çalıyorlar. Plaka ısındıkça zavallı hayvanın ayakları yanıyor, zıplamaya başlıyor. Öyle öyle alıştırıyorlar. Ateş yakılmasa yani ayağı yanmasa da def sesini duyunca artık oynamaya başlıyor…”
İçim eziliyor.
“Ya bayılması…”
Zihnimi okuyor babam,
“Burnundaki halkayı çeke çeke acıtarak yatmasını sağlıyorlar.”
Dinlemek istemiyorum.
Üzüldüğümü görünce,
“Allahtan korkmaz kuldan utanmazlar oğlum napacaksın?”
Deli Duran geçiyor.
Tam dükkânın önüne gelince zınk diye duruyor, eliyle, “gel gel” diyor.
Babama bakıyorum, git der gibi başını sallıyor.
Çekinerek gidiyorum.
“Yaklaş” diyor.
Ter, sidik ve kir kokuyor.
Burnumun direği sızlıyor. Midem bulanıyor.
Kulağıma eğiliyor,
“Eden bulur” diyor.
Bir süre susuyor. Uzaklara bakıyor hülyalı,
“Kim bilir ayı kimdi, çingene neydi… Kim kime ne etti de şimdi buluyor.”
Gidiyor, çarşıda kayboluyor.
Dönüyorum.
Babam,
“Ne dedi?” diyor.
“Bilmem” diyorum, “Bir şey anlamadım.”