Ben bu yazıyı yazarak, sen ey sevgili okuyucu, aramızdaki bir uçurumu daha özenle kapatmış oluyorum. Bir ip daha atıyorum senin kavramlı karmaşalı dünyana; yazıyı buracıkta bıraksan bile o ipe sen de tutunmuş oluyorsun. Dili nasıl kanatlandırdığımı, nasıl uçurduğumu, uçurumun en kuytu yerindeki bir çiçeğim en narin yaprağına nasıl kondurduğumu görüyor ve hayrete düşüyorsun. O çiçeği görmen için, atmaca donuna bürünmen gerektiğini de… Hayır, bilmiyorsun, bunu ben uydurdum, en azından ben söyledikten sonra böyle bir şey geldi aklına…
Şimdi bir atmacasın ve özgürsün… Atıl uçurumlardan…
Uçurum dediysem “Atmaca Uçurumu” değil elbette… Yeri gelmişken “ben bülbül ölüsü sen gülkurusu/oluverdik kaşla göz arasında” diyen, o kendi uçurumunda “atmaca” olamamış müntehir şairi de analım buracıkta… “Kurt kabrini azar azar/Kendi pençesiyle kazar” hesabı kendi uçurumunu kendisi yaratmıştır şairimiz. Hatırladık ve geçti… Geçmediyse de geçti, diyelim, geçsin…
İpin ucundan tuttun; bir atmaca olduğuna da inandırdım seni, aşk olsun, dalgınlığın o bayıltan lezzetiyle unutursun uçurumu artık. Alıştığın dünyanın bıçak ağzı olması daha bir kışkırtır, daha bir ayartır seni. Avını yakaladın ve adına dünya dedin… Tanrım, ne tatlı tuzak bu dünya…
Sen yine de atmaca olma, unut uçurumu, uçurumda açan çiçeği, kanat vuruşlarından kayalara yansıyan emsalsiz musikiyi… Bir insan nasıl uçurumlar yaratır içinde, yüreği nasıl uçurum olur, bunu da unut. Atmaca donuna bürünmeyi de…
Bak, kaşla göz arasında geçtik uçurumları… İstersen “atmaca”da konaklayalım biraz, bir atmaca yazısı yazalım “yırtıcı kuş güzeli” için…
“Atmacayı vurdular/bir avuç kanı için” diyen o Karadeniz türküsünü duyduğumda içimden atmaca hızında bir bıçak geçmiş, yüreğim bir atmaca altında can veren bıldırcın gibi çırpınmıştı. Hâlâ da öyledir… Bu yazıyı yazarken bile…
Neden sonra, Sabahattin Ali’nin “Değirmen” hikâyesinde, o aşkı için vücudunun bir parçasını gözünü kırpmadan çarka veren çingene beyi Atmaca’nın hikâyesi yüreğimi burktuğunda o vurulan atmacayı bizim çingene beyiyle karıştırdığım oldu. “Sayyad-ı bî-insaf” namluyu doğrultuyor, tam süzülen atmacaya nişanlamışken vazgeçiyor, bir ağacın altında kendi esmer uçurumunda kanat çırpan bizim çingene beyi Atmaca’yı tam göğsünden vuruyor ve ben bir avuç sıcak kanla uyanıyordum.
Daha da öncesi var: Yazın, yaylamıza üç-beş çadırdan oluşan bir çingene obası konar, güzle birlik Çukurova’ya göçerlerdi. Çingene beyinin on parmağında on hüner ve kapısında bir kazık üzerinde, küçük ama heybetli duruşuyla bir atmaca… Kazığa bağlı mıydı, değil miydi onu da hatırlamıyorum. O atmacanın çingene beyinin kolunda ipten azade duruşu da gözlerimin önünde… Tanrı bildiğince yargılasın ve rahmetini esirgemesin; anlı şanlı düğünlerde “Bayram” adlı bu çingenenin zurna çaldığını, yerine göre davul da çaldığını, benim ilk sinüzit tedavimi onun yaptığını, fenni sünnetçinin uğramadığı o yaylada sünnetli oluşumu da “Kara Bayram”a borçlu olduğumu belirtmeliyim. Bunun atmacayla ne ilgisi var demeyin; çingene değilim belli de, o atmacada gözümün kalmasının hatırı vardır; söyledim ve parantez kapandı.
Şimdi, atmacının bir avcı/yırtıcı göçmen kuş olduğunu, leş yemediğini, avını yakalamakta mahir olduğunu, dişisinin erkeğinden daha gösterişli ve daha iri olduğunu, Anadolu’da Asurlardan bu yana avcılıkta kullanıldığını, atmaca tutkunlarının bulunduğunu, onu yakalamak için önce çekirge kuşunu yakalamak gerektiğini, bunun çekirgeyle yahut danaburnu denilen böcekle yapıldığını, yakalanan çekirge kuşunun alıştırılıp, gözleri bağlanarak tuzağa yerleştirildiğini, atmacanın bu tuzağa düşürülerek yakalandığını, sonra ehlileştirilip “sabahın seher vaktinde” bıldırcın avlatıldığını, kolda ve kazıkta duruşunun muhteşem olduğunu, yaşlı atmacaların doğaya tekrar salındığını… özetle atmacacılıkla ilgili bilgi kırıntılarını sıralamanın yeri değil.
Peki, ne diye atmaca zamanından bahsettin o zaman demeyesin, söylenecek olan bir bahaneyle söylenmiş oldu. Bugün atmacadır, yarın bakarsın bıldırcın olur…
Bir de benim gibi o kuş güzelinin nasıl süzüldüğünü görseydin, anlardın meramımı…